Önümüzdeki günlerin tartışma başlıkları üç aşağı beş yukarı belli. Ekonomik ve mali kriz, anayasa tartışmaları, zamlar, yerel seçimler, cumhur ittifakı ve düzen muhalefetinde klikler arası cereyan eden çatışmalar, eğitim modeli üzerine yeni tartışmalar…
Doğrudan iç politikaya yön veren uluslararası gelişmeler de bir hayli sıcak gelişmelere kapı aralıyor olsa da toplumun geniş kesimleri daha çok “iç” tartışmalar olarak görünenleri takip ediyor.
Ancak işçi ve emekçilerin içerisinde bulunduğu örgütsüz durum aktüel gelişmelere karşı edilgen pozisyonda kalmasına neden oluyor. İşçi ve emekçiler yoksulluk, açlık ile boğuşurken, düzen partilerinin her biri kirli koltuk pazarlıkları eşliğinde yaklaşan yerel seçimler için vaatlerde bulunmaktan geri kalmıyor. Kendi sınıfının politikasını üreteceği bir zemin olarak örgütlü bir güce sahip olamayan işçi ve emekçiler ise çaresiz bir tarafı seçmek durumunda bırakılıyor.
Kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere hamleler geliştiren burjuva partiler, işçi ve emekçileri manipüle ederek dumura uğratmak istiyor. İdeolojik, politik ve ekonomik saldırıları devam ettirirken işçi ve emekçilerin, “suni” gündemlerle uğraşmasını istiyor. Ancak işin anlaşılmaz yanı kendisine sosyalist diyenlerin de bu hatta takılıp dumura uğruyor olması!
Memlekette bir seçim bitmeden diğer seçimin tartışıldığı düşünülürse, mücadele ihtiyacı düzenli olarak seçimlere endekslenerek törpüleniyor. Elbette sosyalistlerin seçime dair söz söylemesi gereklidir. Ancak bu söz söyleme hali “Erdoğan’ın karşısında ne çıkarsa desteklemek” gibi ilkeleri silikleştirmek olunca, işçi ve emekçiler için kendi sınıfının ihtiyacını karşılayacak tercih alanı dahi kalmıyor.
Sınıflar mücadelesinde bir sınıfın bir diğer sınıfa karşı pozisyonu güçlendirmesi üzerine çıkan “taktik” gibi kavramlar esnetildikçe esnetiliyor. Stratejik başarıyı en güvenli biçimde hazırlayan mücadele araç ve yollarını, biçim ve yöntemlerini belirleme alanı olarak taktik; günün koşullarını stratejiye göre değerlendiren değil, günü kurtaran bir pozisyona itiliyor. Doğal olarak halka karşı küsülüyor, çaresiz bir hava yaratılıyor, güncel ihtiyaçlar işaret edilerek mevcut sermaye güçlerinden birini tercih etmek zorlanıyor! Durum böyle olunca işçi ve emekçilerde yaşanan hoşnutsuzluk, son dönemde yaygınlaşan direniş ve eylemselliğiyle daha görünür olmasına rağmen bu dinamizm mücadele hattına taşınamadan havada asılı bırakılıyor. Bu dönemin büyük günahı parlamenter mücadele yollarını tartışmak değildir, bunun abartılmasıdır. Seçimler arası çizilen zikzaklar örneğin CHP’den önce ve daha çok İstanbul’un kazanılması üzerine tartışma sürdürmek bu günahın boyutlarını da gösteriyor.
“Tek adam rejiminin kolunu kanadını kırmak” olarak ifade edilen İstanbul seçimlerinin kazanılmasına, dönüp bakmakta fayda var. Sermaye grupları AKP döneminde ne yapabiliyorsa İmamoğlu döneminde de öyle hareket ediyor. Yolsuzlukları ortaya çıkarma vaatleri ile kazanılan belediye başkanlığı süreci, birkaç “küçük” denilebilecek yolsuzluk ilanından sonra kesilmiş, hatta muhalifi ve AKP’siyle belediye koridorları hala 5’li çete başta olmak üzere geniş sermaye çevrelerinin alanı olarak bırakılmıştır.
Son söz yerine kısaca söyleyelim: İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi dışında; kokuşmuş iktidar partisi ve ortaklarının ve onun bir türevi olan CHP, İYİP gibi muhalif görünümlü partilere karşı mücadele edecek başka hiçbir güç bulunmamaktadır. Ya bugün zayıf olsa da işçi ve emekçilerin eylemlerinden öğrenir işçilerle birlikte yol açılır, güçsüzlüğü ve örgütsüzlüğü ortadan kaldırılır ya da bu düzen siyasetine dair söylenecek her söz, boş laf olarak kalır.