Zaman ne çabuk geçiyor. Kızım şuan on yedi yaşında, sanki daha geçen sene aralık ayında, anaokulunda problem çıkarmıştı. Birinci sınıfa başladığında. Geçen senenin alışkanlığından sanırım, hiç sorun çıkarmadı. İlk günler okula beraber gidip geldik.
İşyerim okula çok yakındı. Kızım erken çıktığında, oyalanması için kitabevinde, çok sevdiği kitapların arasında olsun istedim.
Bir süre sonra, okul çıkışı, “Kitabevine gidelim, ben sana yardım edeyim!” demeye başladı. Hatta bazen abartıp “Sabahları kitabevinde çalışayım, öğlen okula giderim” gibi cümleler de kurdu. Açıkçası bu beni biraz sıkıntıya sokarken aklımdan ‘İşte, kimin kızı!’ diye geçirmedim dersem yalan olur.
Bir akşam, “Gültepe” kitabına çalışırken odaya daldı. Kitaplığın karşısına geçip ben yokmuşum gibi uzun uzun kitaplara baktı. Önce umursamadım. Sonra dayanamayıp
“Hayırdır?” dedim.
“Kitaplara bakıyorum.” dedi.
“Gördüm de... bu kadar uzun, neye bakıyorsun, öğrenebilir miyim?”
“Baba, bak artık ben yazmaya başladım. Okumayı da çok yakında öğreneceğim, hangi kitabı okuyacağıma karar vermeye çalışıyorum!”
İşi gücü bırakıp onu seyretmeye başladım. Birkaç kitap seçip gösterdi. İnce romanlardı seçtiği.
“Onlar roman.” dedim.
Bizimki hiç durur mu, hemen soruyu yapıştırdı.
“Roman ne demek?”
Hata mı yaptım bilmiyorum ama “Büyüklerin okuduğu masallar.” diye bir cümle çıktı ağzımdan.
Bir süre yüzüme baktı. Kendi kitaplığından bir kitap alıp odadan çıktı.
Yıl 2012, o gece, TÜYAP’ın İstanbul Kitap Fuarı’na gitmek üzere yola koyuldum. Sabah uyanır uyanmaz, birkaç arkadaş, Beylikdüzü’nde aldık soluğu. Git git bitmeyen bir yol, trafik...
Fuar boyunca, elimden geldiği kadar, tüm yayınevlerini dolaşmaya çalıştım.
Kendimi bazen boşlukta hissediyorum. Buna bir türlü anlam veremiyorum. İçimden bir ses, bir şey ya da bir şeyler eksik diyor. Kendi içimde dolaşıyorum ve kayboluyorum. Sonra karmaşık bir rüyadan/ kâbustan uyanıyorum.
Fuarda Ayrıntı Yayınları’nın standına giderken bir dönemin vursanız yıkılmaz Adam Yayınları’nın yerini gördüm. İçimden bir ses “Dur” dedi. Küçük cep kitaplarının olduğu sergiye bakıyordum. İşte o an bir kitap gördüm, “Aysel!” dedim.
Hayatımın tüm kapılarını, pencerelerini kapattım. Kitabı aldım. Aysel’in, önce, “Seni çok seviyorum!” diyen sesi, kaza anı, hastaneye girerken “Beni yalnız bırakma!” diye yalvaran, elimi sımsıkı tutan son görüntüsü beynimde canlandı. O geceyi tekrar yaşadım.
İki gece önce, şimdi elimde tuttuğum kitabı, “Kokusunu alamadığım, soluğunu hep soluğumda taşıdığım sevgilim Aysel’e” diye yazıp imzalamıştım.
O gece sabaha kadar uyumamış, beni de uyutmamış, bu kitaptan şiirler okumuştu. Aslında Aysel’i, yaşadıklarımızı unutmuş değildim. Ölümü hep ötelediğimiz için, sanırım kaybettiklerimizi de bir süre sonra beynimiz ister istemez yok sayıyor.
Aysel’i kaybettikten sonra Elisabeth Kübler-Ross’un “Ölüm ve Ölmek Üzerine” kitabını okumuştum. Ötelediğimiz ölüm hiç ummadığınız bir anda, yanı başımızda bitiyor.
O gece otel odasına gittim. Aysel yoktu ama Adam Yayınları’ndan aldığım, Cemal Süreya’nın kitabı, “Soluğundan Öptüm Seni” vardı. Bu kitabı şarap eşliğinde sabaha kadar okudum. Aysel olsaydı da böyle yapardık.
Ertesi akşam eve döndüğümde kızım beni kapıda karşıladı. Onun için aldığım kitapları gösterdim.
“Baba bana masal oku!” dedi.
Aldığım kitaplardan birini seçmesini istedim.
Önce yüzüme, sonra kitaplara baktı.
“Baba büyüklerin okuduğu masallardan oku!” dedi.
O gece kızıma masallar okumadım ama anlattım. Büyüdüğünde başka erkeklerden duyacağı belki de inanacağı, kalbinin peşinden gideceği masallar…
* “Soluğundan Öptüm Seni / Pagos Yayınları” kitabından alıntıdır.