Yazımın başlığını Nurdan Gürbilek’in aynı adlı kitabından aldım. Gürbilek o kitabında kapitalizmin barbarlığa bile yol açtığını ilginç bir örnekle anlatır. Efendim, vaktiyle Paşabahçe Cam Fabrikasında çalışan işçilerin çoğu akciğer hastalıklarına yakalanırlarmış. Onların üfleyerek yaptıkları çeşm-i bülbüllere zaman zaman ciğerlerindeki kan sirayet ettiği için defolu denilerek ayrılır, bir yerde saklanırmış. Gel zaman git zaman o çeşm-i bülbüller bizim jet sosyetenin pek itibar ettiği süs eşyaları arasında yerini almış. Akciğerinden mustarip işçilerin kanları paraya çevrilmiş hâsılı.
Aslında buna ve bunlara benzer daha birçok örnek vermek mümkün. Kapitalizm, dünyaca tanınmış bazı sanatçıların -affedersiniz ama- kakasını bile satıp kâr etmede tabii ki ustadır.
Kapitalizmin dolaşım sürecine girmeyegörün, sizi bile çabucak dönüştürüp alınıp satılan birer meta haline getirir. Ben buna dinci şarlatan birinin ısırdığı hurmayı yanı başında bir tazı gibi bekleyen beyin fukarasına vermesini de ekleyebilirim. Isırdığı hurmayı açık arttırmayla satmayı denese alıcı bulamaz mı sanıyorsunuz? Bulur. Hem de epey bulur. Çünkü doğulu toplumların karakteristik özelliklerinden biri de budur.
12 Mart ve 12 Eylül hapishanelerinde işkence görüp şu ya da bu davadan yatan bazıları da benzerini yapmadı mı sizce? Onlar da hapishanelerde yaşadıklarını, yani kendilerine yapılan işkenceleri, çektikleri çileleri filan kitaplaştırıp, ya da ne bileyim sahneleyip -deyim yerindeyse- satmadılar mı? Yani vitrinde yaşamadılar mı? Dışarı çıkıp toplumsal hayata karıştıklarında çektikleri çilenin meyvelerini yemediler mi?
12 Mart ya da 12 Eylül hapishanelerinde yıllarca eziyet çektikten sonra yaşadıklarını şu ya da bu şekilde ranta çevirmeden yaşayanları da tanıdım ben. Hiçbiri bir kıyıya çekilip mücadeleden kaçmadı. Eskiden yaşananlar bir daha yaşanmasın diye dokunabildikleri herkesi bilinçlendirdiler. Çağdaşlığı yakalamış demokrat bir Türkiye’de yaşamanın nasıl bir şey olacağını dosta düşmana anlattılar. Hiçbir zaman kasılmadılar, kendilerini kahraman yerine koymadılar. Pazara oynamadılar.
Sivas Katliam'ını bizzat ‘yaşamış’ biri olarak yazıyorum. Ölmüş denilerek kaldırıldığımız yerde yaşadığımız anlaşılmış. Yakınlarımız birkaç gün sonra Cumhuriyet Üniversitesi hastanesine gelip bizi yanıklar içinde teslim almış, evlerimize getirmiş. Aradan 29 yıl geçmiş olmasına karşın yaralarını hâlâ taşıdığımız o katliamda başımızdan geçenleri ünümüze ün katsın diye kullanmadık. Katliamın izlerini -Nurdan Gürbilek’ten alıntılayarak- vitrine çıkarmadık. Evet, yangın başladığında eşimle ben yan binadaki BBP’ye kaçmadık. Otelin içindeydik ve artık binicimizi yitirmiştik. Yandık.
Ama açık açık söyleyeyim: En çok İzmir’de, yani bu kentte yandık!