Ne kadar çok kullanılan bir sözcük haline geldi; yabancılaşma aşağı yabancılaşma yukarı. Moda sözcüklerin veya söz öbeklerinin, anlamlarını tüketmesinden hemen sonra ilginç bir özellikleri ortaya çıkıyor galiba; ya gerçeğin saptırılmasında ya da gerçeğin gerçeklikten çıkartılmasında kullanılıyorlar. Münferit gibi, itibar gibi, susmak asaletimdendir gibi. Umalım ki, yabancılaşmanın kaderi benzemesin diğerlerine, kötü bir egemenliğin çaldığı sözcüklerden biri olmasın.

Yabancılaşma çok önemli bir sözcük, yerinde kullanımı oldukça fazla. Yabancılaşma ile başlayan tüm önermeler hep aynı sonuca gidiyor; insanın kendine yabancılaşması.

İnsanın kendine yabancılaşmasına da, her ideoloji, doktrin, yaşam şekli farklı bir olgu ile bakıyor; kimi zaman yabancılaşma yerel, kimi zaman nostaljik değerlerin yitirilmesinin eleştirisi oluyor, kimi zaman süregiden hayatın duyarsızlaşması ama en nihayetinde insanın insana tanımladığı yaşam kümesinin dışında kalan değiller, yine bir insan tarafından yabancılaşma olarak örneklendirilebiliyor.

İnsandan daha fazla insanlık hali olduğu varsayılırsa da hiç şaşırtıcı değil bu sonuç.

Ama şu sekiz milyar insanın paylaştığı ve ortak bildiği en azından tek bir değer yok mu? Yoksa mümkün olur muydu, önce renginden dolayı köle yapılıp sonra renginden dolayı ikinci sınıf vatandaş ilan edilenleri sokak ortasında yöneten kurşunu ile vurmak?

Yoksa, mümkün olur muydu, doğada özgürce koşturan bir Karacanın alnına tüfek doğrultmak için devlet eliyle satış yapılması?

Mümkün olur muydu, binlerce yıllık tarihi sular altına gömmek, ormanları, dağları börtü böceği altın elde etmek için yok etmek?

Mümkün olur muydu, kendini açlığa yatırmış bir ölümün ardından küfredebilmek, kalana yaşa diyememek?

Mümkün olur muydu, kendini yakan bir yakan bir adamın çaresizliğine bu kadar yabancı olmak?

Olmazdı herhalde, insan gerçekten insanlık onuru denen kavramı diğer tüm düşünce ve inanışları kadar aklının bir kenarında taşısaydı.

Olmazdı herhalde, üç odalı, birbirine bakan pençeleri kapalı, sığındık sanılan evlerin içinde, insanın insana kulluğunu bir miras gibi zamanı gelince devretmek üzere bağrında taşımak yerine, insanın özgür olduğunu çocuklarının kulağına fısıldayabilseydi.

Olmazdı herhalde, insan bu kadar yabancılaşmasaydı kendine.

***

İnsanı insana yabancı kılan yine insan. İnsan düğümünde bırakılan her kabulleniş, bir sonraki nesil insan yaşamının üzerindeki daha bir yükle başlamasını sağlıyor hayata, bu yükün kaldırılamayacağı noktaya gelinceye kadar süren daim bir çelişki ve tarih sahnesinin yeniden değişimi, ancak her değişim sonrasında yine bir garip yabancı insan, önce kendine, sonra kendine, sonra kendinin etrafında ne varsa.

Ve nasıl bir şeydir bu insanlık onuru, olmayıp da var olanlar gibi mi olup da korkudan sinenler gibi mi veya…?

Çehov, Altıncı Koğuş adlı eserinde “İnsanlık onuru her şeyin üstündedir!” diye yazar, “İnsanlık onuru, gözlerini yaşartacak kadar yaralanmıştı.” der Esir Şehrin Mahpusu’nda Kemal Tahir.

"...kölede ‘insanlık onuru’ diye bir şey olamaz; postunu kurtarabilirse ne mutludur." diye bağırır Simone de Beauvoir ‘Kadın’ adlı kitabında. "Ülkemiz halkına maddi zenginlik sunmak için yoksul olsa da; eşitlik ve insanlık onuru sunacak kadar zengindir!" diye sorar “Bazı İnsanlar Varlıklı Olsun Diye Neden Diğerleri Yoksul Olmak Zorunda?” adlı eserde Fidel Castro.

İnsanlık, onuruna yabancılaştı galiba.

Oğuz Atay, Tutunamayanlar’da “Değişmek, kendine yabancılaşmak demekti.” der, bu değişim biteviye bir halde devam ederken, bir yerinde zamanın insan kendi ile yeniden tanışabilir mi?