Lise yıllarım: Asım, Kemal, ben… Sürekli birlikteyiz. Yer, Gökçeada. Yatılı okuyoruz.
Öğretmen olacağız. Mezun olur olmaz tayinimiz çıkacak ve her birimiz Anadolu’nun bir yerlerine savrulacağız. Günlerden bir gün. Asım’ın tıraş zamanı gelmiş, pek oralı değil. Bir ara dayanamayıp “Medeniyete gel Asım” dedim. Yanıtı Kemal yapıştırdı: “O öyle bilmediği yerlere gelmez!” Gülüştük geçtik tabii. Haa, soracak olursanız o zamanlar, yani 1970’li yılların ilk yarısı, bugünkünden çok daha medeniydik; bunu o yılları yaşayan herkes bilir. Her zaman altlarını çizerek belirttiğim gibi, dosttuk, arkadaştık, komşuyduk, hemşeriydik, yoldaştık… Merhabamız merhaba, sözümüz sözdü. Aramızdaki fikir ayrılıklarını bir kenara koymuş, yaşama sevinçlerimize sarılmıştık.
İnsanları erdemli kılan bu değerler 12 Eylül 1980’den sonra büyük bir yara aldı. Düşe kalka da olsa esnafa “Hayırlı işler!”, işçiye “Emeğine sağlık”, memura “Merhaba” demeyi sürdürdük. Demiryollarından emekli komşumuz Mithat Efendi’yi gördüğümüzde “Allah ömürler versin, hürmetler ederim efendim” filan dedik. Mahallemizdeki akranımız kızlara yan gözle bakmadık, baktırmadık. Bakanı ayıpladık. Salça, yağ, erişte, tarhana; evde yoksa komşuda mutlaka vardı, ondan alırdık. Yazın bazen hep birlikte bir kamyon kasasına binip yakın bir piknik yerine ya da denize filan giderdik.
Uzatmayayım, devir değişti, insanlar değişti, kimse kimseyi tanıyamaz oldu. Sanki görünmez bir el ruhlarımızı çaldı, içimizi boşalttı. Geçenlerde bir TV kanalında biri, hali hazırdaki iktidarı kastederek, “Bunlar yaşama sevincimizi çaldı yahu!” dedi. Evet, işin özeti buydu: Özellikle şu son yirmi yılda ne ağzımızda bir tat bıraktılar, ne gözlerimizde bir ışık. Otobüslerde, trenlerde, vapurlarda, sokaklarda kimseyi gülerken göremiyoruz. Suratlar beş karış, alınlar kırışık, gözler dalmış, başlar çürük birer armut gibi düşmüş… İnsan “Ne oldu bize böyle ya’u!” demeden duramıyor. Kazara iki kişi kahkaha atsa yadırgıyoruz. Herkes öfkeli. Besbelli, sıkışmışlar, gerginler, kafalarının içi çözemedikleri sorunlarla dolu. Hele trafikte! Benden tavsiye: Haklı bile olsanız siz “pardon” deyin.
Gelelim yayın dünyasına: Eskiden, yani bahsettiğim o zamanlarda yayıncılar da zarifti, yazarlar da. Yayıncıların çoğu zaten aynı zamanda edebi kişiliğe sahip olduklarından mıdır nedir, kitaplarını, yazılarını yayımladıkları yazarları arada bir arayıp hatırlarını sorarlar, onurlandırırlardı. Teliflerini geciktirmeden, hatta bazen peşin peşin öderler, onları korur gözetirlerdi. Dedim ya, iki taraf da zarif, incelikleri gözeten, kibar insanlardı. Ben bütün şu söylediklerime tanık oldum, o güzel insanları tanıdım. Zarafet yalnızca yayıncı-yazar arasında değil, yazarların kendi aralarında da sürüp giderdi. Eleştirilerinde bile belli bir incelik, bir kibarlık vardı. Üsluplarına dikkat eder, birbirlerini kırmamaya özen gösterirlerdi. Efendim, arada bir sert tartışmalar olmaz mıydı? Tabii olurdu ama o sert tartışmalarda bile kural değişmezdi: Uygarlık kuralı.