Bilemem. Bilmek de istemem. Konu beni aşar. Ama zaman zaman aşkın insanı aptal ettiğini düşündüğüm olmuştur. İnsan âşık olmayagörsün, bütün göstergeleri Şeytan Üçgeni’nde alabora olmuş bir tekne gibi sapıtıyor. O zaman ne ölçü kalıyor, ne mantık, ne kural… Fakat size bu yazımda Aşk Aptallığı (Jaguar Kitap) adlı kitabını tanıtmak istediğim kitabının kahramanı için durum o değil: “İki kadına karşı sürekli sevgi beslemeyi herkese tavsiye edebilirim. Dünyaya çift demir atmak gibi harika bir etkisi var. İnsan sevgiyle besiye çekilmiş oluyor ve bu tam olarak benim ihtiyacım olan şey”

köşeee-1

Svenja Frank, “Genazino’nun eserlerinde çağdaş Alman edebiyatındaki hüznün, melankolinin ve can sıkıntısının en derin hallerinden biri görülür,” diyor. Kitabın arka kapağında ise, “Kıyamet hakkında seminerler vererek hayatını zar zor kazanan elli iki yaşında bir adam ve onun birbirinden habersiz iki sevgilisi: Sandra ve Judith. Mükemmel bir Genazino romanı için gereken her şey işte bu kadar…” deniyor. 

Sandra’nın pırıltı özlemi yoktur. Hayatın gerçeklerini düzeltmeler yapmadan kabullenmeye meyillidir. O da tıpkı Judith gibi kahramanımızın mesleğiyle ve beraberinde getirdiği sorunlarla ilgilenmiyor. Onlar için İsviçre’de iki buçuk günlük tatil kıyamet senaryoları dinlemekten çok daha çekici. Kahramanımıza gelince: “Aşk zaten çocukluğu sürdüren bir oyun, insanın kendini inşa ettiği bir mağarayı hiç terk etmek zorunda olmaması dileğinin tekrarı”dır. Judith, Sandra’dan birkaç yaş daha büyüktür ve zaman zaman yürekli çıkışlarla hayatı didikler. Bir sevişme sonrası şöyle sorar: “Konuşmanın bizi ne kadar yalnızlaştırdığını fark ediyor musun?” Bu yorum kahramanımızı etkiler. Böyle bir şeyi ilk kez duymuştur. Çünkü tanıdığı hemen herkes bunun tersini düşünmektedir. Onlara göre her şey konuşulmalıydı, suskunluk sağlıksızdı. 

İki kadın arasındaki duygu yıkıntısının altında can vereceğinden yüzde yüz emin olan ‘zavallı’ kahramanımız, onlarla yalnızca bir ihtiyar bağlılığı yüzünden beraber olduğunu düşünür. Fakat gene de, “Sandra benden zaman zaman entelektüel gibi konuşmamı ister. Dakikalarca -örneğin Flaubert’in Proust’a kıyasla tuhaf bir biçimde az takdir gördüğünü anlatabilen bir adamla birlikte olmayı harika buluyor. Benim Flaubert’i de Proust’u da bildiğimi, hatta onlar üzerine yazılanların büyük bir kısmından da haberdar olduğumu düşünüyor.” Oysa “Judith’le sadece, en azından büyük ölçüde, kesin bilgi sahibi olduğum şeyleri konuşmam mümkün.” “Hepimiz mümkün olmayan bir gerçeğin kıyametinde yaşıyoruz. Bütün ofislerde, evlerde, tiyatrolarda, sinemalarda, okullarda, üniversitelerde ve kantinlerde kimsenin ifade edemediği, benim de edemediğim, kapsamlı bir gerçek dışılığın parçaları üretiliyor.” 

Peki, sonra ne mi oluyor? Siz tahmin edin bakalım.