Çok değil iki sene önce kitabım için birkaç günlüğüne küçük bir kasabaya gittim. Birlikte kaldığım arkadaşım,
“Bu akşam sinemaya gidelim mi?” dedi.
“Neden akşam, şimdi gidelim” dedim. Gülmeye başladı.
“Burada AVM sinemaları yok. Yazlık sinemaya gideceğiz.” Gözlerim yuvalarından fırladı…
Uzun zaman önceydi… Şaka şaka, daha o kadar yaşlı değilim. Yazlık sinemalarda iki film birden izlediğimiz günlerin üzerinden sanırım çok uzun zaman geçti. Çocukluğum Gültepe semtindeki Gördüren Sineması’nda geçti. Kopan filmleri almak için makine dairesinin önünde az beklemedim. Sonra evde kimse yokken tüm perdeleri kapatıp fenerle filmleri duvara yansıtıp izlemek çocukluğumun en güzel anlarıydı. Duvara ne yansıdığının önemi yoktu. Önemli olan o günün imkânlarıyla sinemaya olan merakımızın ve ilgimizin bize hissettirdiği mutluluk ve keyifti.
Yeni bir film geldiğinde eski model arabanın her tarafı afişlerle kaplanıp, gündüz saatlerinde mahallemizden geçip, o akşam oynayacak iki filmin reklamını yaparlardı. O zamanların son teknolojisi olan megafon sayesinde halka seslenirlerdi:
“Bu akşam, Gördüren Sineması’nda, iki şahane film birden, ‘Dev Kanı’… ‘Dev Kanı’… Başrollerde Cüneyt Arkın… Gördüren, iftiharla sunar!”
Biz çocuklar, mahalleleri dolaşan bu arabanın peşine takılır yorulunca eve dönerdik. Gala geceleri sinemaya girmek imkânsız denecek kadar zordu. Saatlerce kuyrukta bekleyip, içeriye girenler şanslı olurdu. Şimdiki gibi patlamış mısır, çeşit çeşit içecek, konforlu koltuklar, harika perdeler, insanı yerinden hoplatan ses sistemi, gösterişli fuayeler nerdeeeeee… Elimizde Cincibir gazozları, külahta çiğdem, yer varsa tahta sandalye, yoksa taşın üstü…
Haylazlık, çocukluğun en güzel anlarıdır. Arkadaşlarla gittiğimiz Gördüren Sineması’nın en arkadaki sandalyelerine otururduk. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi içtiğimiz Cincibir gazozlarının boş şişelerini sinemanın eğiminden yararlanarak en arkadan ön tarafa kadar yuvarlamak, ikincisi ise en arka tarafta makinistin olduğu ve filmin oynatıldığı yere yakın olup kopan filmleri makinistten istemekti.
Çok olmasa da uzun zaman önceydi. O koskocaman bankaların sponsor olduğu sinemalar yoktu daha. O ihtişamlı, albenili alışveriş merkezleri yani AVM’ler de henüz hayatımıza girmemişti. Veresiye alışveriş yaptığımız bakkalımız, sokak oyunlarımız, vazgeçilmez yazlık sinema keyfimiz vardı. Tam bilete karşı öğrenci/ öğretmen/ emekli indirimi vardı. Üstelik tam biletin yarısına film izlerdik. Şimdi öğrenci biletleri tam biletin yüzde on indirimli hali.
Yıllar sonra kendimi, arkadaşım sayesinde, bir yazlık sinemanın önünde bulmuştum. Derme çatma kasaların üstüne yapıştırılmış Cüneyt Arkın ve Kemal Sunal film afişleri beni tekrar geçmişe götürdü. Hızlı bir hamleyle kendimi içeride buldum. Yüzlük renkli ampuller bir duvardan diğer duvara çekilmiş kabloların ucunda sallanırken önümüzdeki iki sandalyeye usulca iliştik. İçerinin bu kadar kalabalık olması beni çok şaşırttı. Sinema perdesi yaşlanmış, dökülmeye yüz tutmuş duvara zorla tutunuyordu. Film bitti arkaya makinistin olduğu bölüme doğru yürüdüm. Arkadaşım ne yaptığımı anlamıyor sadece arkamdan bakıyordu şaşırarak,
“Çıkış diğer tarafta” dedi. Onu duymamış gibi yapıp içerden çıkan makiniste,
“Kopan film var mı?” dedim. Yüzünde hafif bir gülümse belirdi,
“Evlat o teknoloji öleli çok oldu. Artık filmler dijital bir kutudan oynatılıyor” dedi.
Aslında ölen çocukluğumuzdu…
Arkadaşım yanıma geldi.
“Yazlık sinemaları bu kadar sevdiğini bilmiyordum” dedi.
“Çocukluğum, yazlık sinemaların hayal perdesidir.”