Bütün takvimler insanlarındır. Bütün saatler sadece insanlaradır. İnsan zamanıdır bizim içinde çırpınıp durduğumuz. Doğa bu zamanı tanımaz, bu takvimleri umursamaz. Onun döngüselliği vardır. Birbirini takip eden mevsim dönüşleri, yokoluş ve varoluş bağı vardır. Biz insan varlığımızla bir zaman kurduk, onun peşinde gidiyoruz.
Bu zamanı kurarken güzele baktık, doğayı taklit ettik, onun mevsim geçişlerini ölümle – yaşamla bağdaştırdık. Yeniden ve yeniden tekrarlanan şeyin bilgisinden kocaman bir uygarlık kurduk. Şimdi bu uygarlık biçimi krizde. Dünyanın yaşadığı şey, sadece bir ekonomik kriz değil, bir sosyal kriz değil, bir çağ sorunsalı değil başlı başına uygarlık paradigması… Yani “nasıl yaşamalı” soruna verilen yanıtın krizi içindeyiz.
Foucault burada bir yanıt arıyor, “Yaşama sanatı ile hakikat söylemi arasındaki ilişkiyi yakalamak istiyorum: güzel varoluş ile hakiki yaşam, hakikat içinde geçen yaşam, hakikate adanmış yaşam arasındaki ilişkiyi.”* diyor buna. Çünkü binlerce yılın kuralları, dinleri, yasakları kötülüğü önlemiyor ve daha önemlisi kötülük konusunda bir evrensel bütün oluşturmuyor. Kötülük çıkarla, kişisel ve grupsal yararla, zamana ve duruma göre değişkenlik gösteriyor kimilerinin elinde… Ama emekçi insanlığın bir birikimi de var. Zayıf olanın, yoksun olanın, zorda olanın korunması mesela… Adaletin tanınması, haklılığın güce tabi olmaması mesela… Bunlar binlerce yılın birikimi. Binlerce savaşın, yıkımın, haksızlığın ve çürümenin öz bilgisi.
Şimdi bizim olan bu toprakta “nasıl yaşamalı” sorusu politikanın merkezinde duruyor. Uygarlık paradigması çatlarken bizde çatlak yarık boyutunda vardı bile. Bizi biz yapması ihtimal olan, bir toplum yapması beklenen tüm değer sistemi azalarak yok oldu. Geriye örgütlü, çıkara ve üç kuruşa tamah eden bir kötülük mevsimi kaldı.
Depremin içindeki deprem bu biraz da.
Biz bu ülkede sadece bir devlet aygıtı (ona çöreklenen bir yapı) ile boğuşmuyoruz. Bizzat o devlet aygıtının, zaman içinde biriken kötülüklerle inşa ettiği bir kötülük toplumuyla boğuşuyoruz. Deprem yer yüzünü sarsarken, kentleri telaşa boğarken, kötülük toplumuyla kurulan yaşam, bütün gündelik yaşamı boğuyor. Depremi, “açık saçık giyinen” kadına bağlayan şey zadece cahillikle izah edilemez. Orada bilinçli bir tercih var. Van Depremi günlerinde, yardım kolisine, taş koyan kişilik yapısı, sadece ahmaklıkla izah edilemez, orada bu kötülüğü arzu eden bir oluş biçimi var.
Partiler gider, siyasetler silinir ama bu kötülük toplumunu değiştirmek en zorlu sınav olacak.
Bu nedenle “Nüve” konuşacağız. Gündelik yaşamı dönüştürmek ve “nasıl yaşamalı” soruna verilen yanıtları birleştirerek yaşanabilir bir ülkeyi var etmeyi konuşacağız. Yaşadığımız hayatın, ilişkilerin içinde neyi hayal ediyorsak, neye düş kuruyorsak, güzel olan, cana temas eden ne ise onu ertelemeden kendi yaşamlarımızdan başlayarak kurmalıyız. Dayanışma diyorsak, kendi dayanışmalarımızı kurmalıyız. Adalet yok diyorsak adalet için emek vermeliyiz. Neyi hayal ediyorsak onun nüvesini bu yaşamda göstermeliyiz. Bundan daha güçlü politika yok. İyiliği, kötülük karşısında, cesareti esaret karşısında, dayanışmayı bencillik karşısında ayağa kaldırmalıyız, kimseyi beklemeden, kimseden bir telkin ummadan hem de.
Bir emek olarak iyiliği, bir erdem olarak cesareti, bir yaşam olarak etiği temsil etmeliyiz. Bu çağın en güçlü politikası budur. Bu sayede ancak yaşamların en büyüğü olan yaşam sanatı ile hakikat olma arasındaki bağı kurabiliriz. Ancak bu yolla bir daha elimizde alınamayacak denli güçlü hayatlar kurarız.
Nasıl yaşamalı sorunun yanıtı bizde saklı.
*Michel Foucault, Çeviri: Elçin Gen