Bostanlı’nın sakin bir köşesinde, açık hava müzesinde bir kadın heykeli karşılıyor beni. Mermerden bir figür… Kırık bir haça sarılmış, başını hafifçe eğmiş, yüzünde derin bir hüzün var.
Dökümlü giysilerinin kıvrımları zamanın yükünü taşır gibi, ama yine de duruşunda bir asalet seziliyor. Her ayrıntıda, geçmişin ince bir dokunuşu var. Ellerindeki çelenk, belki bir sevginin, belki de bir kaybın sembolü. Kimdi bu kadın? Ne için yas tutuyordu? Bostanlı’nın modern dünyasıyla çevrelenmiş bu sessiz heykel, beni zamanın başka bir noktasına çekiyor.
Heykelin hikâyesini öğrendikçe, bu sessizlik daha da anlamlı hale geliyor. Rosa Faruggia’nın, 1833 yılında İzmir Bornova’da doğduğu ve Malta kökenli Giovanni Faruggia ile evlenerek dört çocuk büyüttüğü bir hayatın izleri… Rosa’nın babası, Ermeni kökenli Emmanuel Bajati; annesi ise Marguerite Sayoglu idi. Rosa, 1895 yılında, 62 yaşında İzmir’de hayata veda etmiş. Giovanni Faruggia, eşine duyduğu derin sevgiyle bu anıtı yaptırmış. Heykelin üzerindeki yazıtlar, bir eşin ve çocukların tarifsiz acısını dile getiriyor: “Benim acım gibi bir acı yoktur” diye fısıldıyor sanki heykelin her bir taşı. Rosa’nın heykeli, yalnızca onun yasını değil, aynı zamanda inancı temsil eden bir sembol. İnce bir zarafetle haça sarılan kadın, sol elinde iffet ve alçakgönüllülüğü simgeleyen bir çiçek çelengi tutuyor.
Zamanında Kemer’deki Katolik mezarlığında yükselen bu heykel, 20. yüzyılın acımasız yıkımları arasında kaybolmaktan kurtulmuş az sayıda eserden biri. Şimdi, Bostanlı’daki açık hava sergisinde, denizin meltemiyle geçmişi fısıldayan bir tanık olarak duruyor.
Bostanlı’nın huzurundan ayrılıp Alsancak’a doğru yola koyuluyorum. Faruggia ailesinin bir zamanlar yaşadığı mahalleye gidiyorum. Adımlarım, beni dedelerinin inşa ettiği o taş eve götürmese de, sokaklarda yankılanan geçmişin izlerini arıyorum. 1950’lerin ve 60’ların Yunan taş işçiliğiyle yapılmış evlerini hayal ediyorum. Cumbalı balkonlar, bahçelerdeki yaseminler, dut ağaçlarının gölgesi… Bir zamanlar burada hayat vardı. Komşular birbirini tanır, akşamları kapılarının önünde oturur, tatlı bir esintiyle sohbetler edilirdi.
1472. Sokak’a vardığımda, bir zamanlar evin olduğu arsada başka yapılar görüyorum. Ama gözlerimi kapattığımda, o eve dair hikâyeler zihnimde canlanıyor. Bu sokakta yaşamış aileleri düşünüyorum; Buttigieg’ler, Serra’lar, Peter Papi… Her biri Alsancak’ın dokusuna bir iplik gibi işlenmiş, şimdi neredeyse unutulmuş.
Sonunda denize varıyorum, Alsancak’ın birinci kordonu. Faruggia ailesinin yaşadığı çağın deniz kokan Alsancak’ı, şimdi çok farklı. Ama denizin sonsuzluğunda hâlâ bir süreklilik var. Heykelin ait olduğu o geçmiş, bu sokaklarda yankılanan adımlarla bugüne dokunuyor.
Bostanlı’daki heykel ve Alsancak’taki sokaklar, sadece geçmişi anımsatan yerler değil; aynı zamanda zamanın ağırlığını ve insan hikâyelerinin kırılganlığını hissettiren tanıklar. Belki de bu yolculuk, unuttuğumuz ya da unuttuk sandığımız şeylerin hâlâ bir yerlerde var olduğunu hatırlatıyor bize. Sessizce, derin bir hüzünle ama aynı zamanda büyük bir zarafetle…
Kaynak: Prof. Dr. Ergün Laflı