Konuşma deyince liderlerin işi zor. Bir yerde konuşma yapacakları zaman konuşmaların önceden hazırlanması gerek. En azından TBMM’de grubu olan partilerin liderleri her hafta bir grup konuşmasına hazırlanıyor. Liderlerin bu konuşmalarının arkasında her zaman bir ekip vardır.
Liderler son yıllarda konuşmalarını prompter yani elektronik suflör denen aygıtı kullanarak yapıyor. Sahnenin bazen bir, genelde iki tarafına yerleştirilen “akar yazı ekranı”na bakarak yapıyorlar konuşmalarını. Kameralar prompter’ı nezaketen göstermedikleri için, halkımız bazen sağına, bazen soluna bakarak konuşma yapan liderlerinin konuşmayı irticalen, yani kağıda bakmadan yaptığını düşünür. Oysa baktığı yer kâğıt değil, ekrandır.
Eline bir kâğıt alarak, ardı sırada konu başlıklarına göz atıp konuşan liderlerin başında ise Kılıçdaroğlu gelir. Akşener ve diğerleri de onu takip eder. Uzun yıllardan beri ekransız konuşamama yarışında Erdoğan ve Bahçeli’yi geçen olmadı. Prompter arızası olduğu zaman konuşması duran, bazen “geri al geri al” uyarısı yapan da Erdoğan’dır. Anlama sözcüğünü aldatma okuyan sonra düzelten de Bahçeli’dir. Ne de olsa, herkes içindekini ekranda gördüğünü sanır...
Türkiye’de prompter’ı ilk kullanan kişi Turgut Özal’dır. Cumhurbaşkanı olarak 4 Haziran 1992’de İzmir İktisat Kongresinde açılış konuşması yaptı. Özal’ın elinde veya önünde herhangi bir kağıt yoktu. Geleneksel olarak konuşmalar önceden basına dağıtılır. Her haberci kendisine göre dağıtılan konuşma metinleri üzerinde notunu alır, işaretini koyar. Bu nedenle haberciler şaşırdı, sonra konuşmanın irticalen yapıldığını düşündükleri için sürekli not almaya başladılar. Derken, konuşmanın sonuna doğru konuşma broşür halinde habercilere dağıtıldı. Bu kez başka bir şaşkınlık oldu. Özal önünde kağıt olmadan nasıl konuşma yapabiliyordu? Sonunda konuşma kürsüsünün açılı olarak iki yanına konan küçük siyah şeffaf görünümlü levhaları keşfettiler ve burada yazının aktığını da bir süre sonra çözdüler.
Promter tarihi de ülkemizde 3. İzmir İktisat Kongresi ile başlamış oldu..
Günümüze gelirsek, günde beş ayrı konuda, beş farklı ortamda konuşabilmek için arkada çok geniş bir ekibin olması gerek. Ulusal konularda din, iman, bayrak, ezan sözlerini bir o yana, bir bu yana çevirmek kolay. Uluslararası politikada ise konuşmayı hazırlayanların bir ucu denizaşırı sulara kadar gider diyorlar.
‘Akıllı ol’ diye mektup yazanların yerini, şimdi siyaseti daha yumuşak üslupla fakat küresel egemenlik hedefinden şaşmayanlar aldı. BOP, yani Büyük Ortadoğu Projesi ile 2002’den 2011’e kadar Türkiye’yi çekip çevirenler, 2011 Arap Baharı eylemi ile doğrudan sahneye çıktılar ve petrol kuyularının başına çöktüler. Irak, Libya, Suriye bunların başında gelir. Bu ülkelerde aktif savaşın içine de askeri olarak bizi soktular, karşımıza da kendi projeleri olarak İŞİD, El Kaide gibi uçuk örgütleri koydular. Arka planda Taliban ile anlaşarak Afganistan’ı onlara verdiler. Bizi de Katar filan gibi ülkelerle kardeş edip, Kabil havaalanını işletme konusunda bile “çırak çıkarttılar”.
Bu arada bir zamanlar “hocaefendi” ile Türklerin var olduğu ülkelerde okullar örgütledikleri gibi, Türkiye’nin insan kaynağını değerlendirmek için SADAT’ı kurdurdular. Bu askeri danışman, eğitim grubu Cumhurbaşkanı başdanışmanlığı mevkiine de getirildi. Özellikle Afrika’da savaş eğitimleri verdi.
Fetö’cülere “ne istediniz de vermedik” diye sitemde bulunanlar, SADAT’a da destek verdi. SADAT kurucusu Tanrıverdi, 2018 yılında, 15 Temmuz darbe girişiminden önce Anayasa Komisyonu’na Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yeniden yapılandırmasıyla ilgili tespitlerin yer aldığı bir anayasa teklifi sunduklarını ve darbe girişiminden sonra bu teklifte sundukları her şeyin yerine getirildiğini açıkça dile getiriyor.
Esat’a Eset, SADAT’a SAADAT diye, Arapça bilgisi ile şov yapan Erdoğan sanırım, yine geleceğini zora sokmuş durumda.
ABD Türkiye’yi yine sıkıştırdı. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelik başvurusuna hayır desen bir türlü, evet desen bir türlü. Nebati’nin katil dediğin Mısır’a gitmesi para için. Parayı veren düdüğü çalar ama, şimdi nefessiz kalan ekonomimizde parayı koklatır gibi yapsalar yine istediklerini alırlar.
Şimdilik parayı halk buluyor. Benzin, şeker, yağ, gübre filan neden pahalılanıyor? Tabii ki kasanın boşluğundan.
Umarız bu dönem Türkiye’yi Rusya ile krize sokmadan geçilir.