Dag Solstad (1941), hiç tereddütsüz Norveç edebiyatının en ünlü romancılarından biri. Kitaplarını dilimize kazandıran Banu Gürsaler Syvertsen (1956) İzmir doğumlu. Boğaziçi Üniversitesinde sosyoloji okuduktan sonra eğitimine Oslo’da devam etmek üzere 1981’de Norveç’e yerleşmiş. Kitap tanıtma yazılarımı yakından takip eden okurlarım, Dag Solstad’ın daha önce Mahcubiyet ve Haysiyet, Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı ve Profesör Andersen’in Gecesi adlı kitaplarını kısaca da olsa tanıttığımı bilirler. Bu yazımda onun 17. Roman adlı kitabından söz edeceğim ama ondan da önce Solstad’ın henüz okumadığım bir tek kitabı kaldığını (T. Singer) itiraf etmem gerekiyor. 

Dag Solstad bu romanında (YKY) daha önceki On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap’ta bıraktığı Bjorn Hansen’le devam ediyor. B. Hansen, sahtecilikten dört yıla yakın hapishanede kaldıktan sonra (ki oradaki yaşamı uyumsuzluklarla geçmiştir) bu kez dışardaki yaşama ayak uyduramamaktadır. Birkaç işe girip çıktıktan ve tekdüze yaşamını sürdürdükten sonra bir gün yıllardır görmediği oğlundan bir mektup alır. B. Hansen’in bir özelliği de, kimseyle görüşmemesinin yanı sıra kendine gelen mektupları da açmakta bilinçli olarak gecikmesi, belki de bundan alttan alta zevk almasıdır, fakat bu son mektupta oğlu ona bir torunu olduğunu söylemektedir. Oğlu Peter’in karısı Thea, gönderdiği kartpostalda Wiggo adlı torununun artık 11 yaşında olduğunu, isterse ona da yazabileceğini belirtmektedir. 

Bjorn Hansen, sonunda oğlunun ailesini ziyaret etmeye karar verir. Karar verir ama bu o kadar kolay bir karar değildir. Bunun doğru olduğundan emin değildir. Ziyaret edip etmemeyi uzun uzun düşünür, tartışır, gel gitler yaşar. Ziyaret gerçekleştiğinde bile kararsızlıkları, endişeleri sürüp gider. “Şimdi onların evinin bodrum katında ensiz bir yatakta yatıyor ve yattığı yerde dönüp duruyordu. Hafta sonu ziyaretinin biraz daha uzatıldığı, böylelikle de pazartesi tüm günü Wiggo’yla baş başa geçirebileceği şeklindeki haberi aldığında tepeden tırnağa bir rahatlama duygusuyla titremişti. Başlangıçta torunuyla karşılaşmak konusunda hiçbir beklentisi yoktu. Kendi kanını taşıyan küçük bir çocuktu o, hepsi bu. Bunun az mı çok mu olduğu kişinin hayata karşı takındığı tutuma bağlıdır.”

Doğrusu, kitabı elimden bir türlü bırakmak istemedim. Dag Solstad, eminim ülkemizde de kendine sağlam bir okur kitlesi edindi. Okurunun romanın dışına çıkmasına izin vermiyor Solstad. Sürekli anlatıyor ve kendine bağlı tutuyor. Okurken, sahiden B. Hansen gibi biri yaşamış mıdır, diye düşünmeden edemiyorsunuz; tıpkı Camus’nun Yabancı adlı romanındaki Meursault gibi: Lakayt, umursamaz, sallapati, rahat… Fakat bütün bu sıfatlar, aynı zamanda endişeli, alabildiğine tedirgin ve kuşkucu bir ruh haline de denk geliyor:

“Geri döndü ve karyolanın kenarına oturdu. İç çamaşırlarıyla öylece otururken soluk renkli uyluk etlerine, sevimsiz göbeğine baktı; o buydu. Gözlerini sandalye üzerine bırakmış olduğu yıpranmış koyu renk takım elbisesine çevirdi. Bu takım elbiseyi bir gün daha giyecekti. İyi ki idam edileceklerin üzerinde kendi kıyafetleri bulunmaz. Öyle olsaydı infaz sabahı şu yorumu işitirdik: Nereden aldın bu lanet olası kıyafeti?”

Bence bu kadar tanıtım yeter. Merak eden zaten kitapçının yolunu tutmuştur.