Anadolu tarihinin derinliklerinde birçok parametre var. Tarihçiler, araştırmacılar kıymetli değerlendirmeler yapıyorlar. Ancak ortada açık bir gerçek var ki, 1071’de Anadolu kapısını açan Büyük Selçuklu Devleti iktidar için kendi kandaşlarını öldürdü ve kendisinden sonra gelenlere kötü örnek oldu.
Çaka Bey 1080’lerde İzmir, Foça, Urla’yı fethetti, bir donanma inşa etti, Bizans donanmalarını yendi. Ama damadı 1. Kılıç Arslan onu davet ettiği bir ziyafette öldürttü. Selçuklu Sultanı olarak olası iktidar tehlikesini ortadan kaldırdı. Ancak sonrasında ne İstanbul’u fethedebildi ne de denizlere inebildi. Türklerin bir daha Akdeniz’e açılması ve söz sahibi olması 1500’lerde Barbaros Hayrettin Paşa’ya nasip oldu. Bir sultanın iktidar hırsı, bir imparatorluğun denizlerdeki egemenliğini 400 yıl geriye itti.
Sultanın yani tek adamın hâkimiyeti halkı tebaa yaptı. Batıdaki devletler genelde Hristiyan olduğu için, tebaa içindeki Müslümanlar din konusunda eğitildi. Diğer dinlere inanlara “kısmi özgürlük” tanındı. O günden bu yana sistem böyle geldi. Din âlimleri, eğitmenler yorumlarını Sultanın isteği doğrultusunda yaptılar. Osmanlı’nın son demlerinde Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları için “katli vaciptir” fetvasını verenler bunun bir örneği. Onlara karşı Kurtuluş Savaşından yana olanlar hatta içinde yer alanlar da Saraydan beslenenler oldu. Ancak, Sütçü İmam ve daha niceleri ise teslimiyetçiliğe karşı çıktılar, bağımsızlık savaşı içinde eylemli olarak yer aldılar. Saray yanlıları sadece sözle para kazanmanın keyfini Cumhuriyet’in ilanına kadar sürdüler.
Anadolu halkı okumuşa, bilgi sahibine değer verir, ona sahip çıkar. İnsanımızın bu özelliğini bilenler sadece sözel anlatımla yüzyıllarca ekmek elden su gölden yaşadılar. Oysa Orta Asya’dan gelen gelenekte sözü olan, sözünü dinletmek için çalışır, üretir, kazanır ve halkı bilgilendirirken dik dururlardı.
Çalışmama alışkanlığı, Cumhuriyet döneminde de sürdü. Osmanlı döneminde İngiliz, Fransız ve Amerikan örgütlenmesi derneklerde ve okullarda öne çıktı. Bu örgütlenme farklı cemaat ve tarikat üretimiyle zenginleşti.
Verilen fetvaların yanı sıra, dinsel yaşamı da farklılaştıran ve militan havasına sokan yapılar sessiz ve derinden oluşturuldu. Ne kadar gizli olursa olsun, o dönemde Kurtuluş Savaşını verenler bu yapıyı fark ettiler. Hatta ilk Genelkurmay Başkanı olan Mareşal Fevzi Çakmak’a atfedilen bir söz şöyledir:
“Cemaat ve tarikatlar, haçlıların Anadolu'da kurdukları ilk karakollarıdır.”
Fevzi Paşa bunu gerçekten söyledi mi? Yine de, bu ifade Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde Anadolu’da yaşananlar hakkında kısa ve öz bir saptama gibi algılandı. Bununla beraber, her şeyi haçlılara bağlamak kanımca kolay bir hedef göstermektir. Buna devlet içinde iktidara giden yolda farklı kişi ve grupların gizli, saklı örgütlenmesini de eklemeliyiz.
Bu arada “trajikomik” olaylar da yaşandı. Örneğin, Kamuoyunda tarikat lideri Müslüm Gündüz için hazırlanan senaryonun istihbarat teşkilatı tarafından yazıldığı kanısı yaygın. 2 Nisan 1971’de kurulan TÜSİAD’ın fikir babasının da aynı teşkilat olduğunu anlatan oldu. Zamanı gelince, yani Ecevit başbakan olunca, margarin kuyruklarını ülkemize onlar yaşattı.
Televizyonlarda izlediğimiz Osmanlı, Büyük Selçuklu gibi diziler kanımca o dönemi anlatmaktan çok, içinde iktidarın devamlılığını sağlamaya dönük mesajlarla dolu.
Saf ve temiz Anadolu halkı anlatana inanınca, anlattığına da inanıyor. Hisarönü Camiinde vaaz verirken ağlayanla ağladı. O kişinin videonun çekilip çekilmediğini kontrol etmek için kameraya baktığını fark etmedi. Videolar paylaşınca da itibar etmedi, izledikçe ağlamaya devam etti.
Fakat bir gerçek daha var ki, halkımız birilerini seviyor, inanıyor, onlara yardım ediyor ama Hollywood filmlerinde gördüğü yaşamı hayal ediyor ve onu yaşamak istiyor. Hem de doludizgin.
Şekspir (William Shakespeare) yaşasaydı, herhalde şöyle derdi:
“Ya geçmiş, ya gelecek, işte bütün mesele burada.” Ama bizimkiler her şeyi yaşamak istiyor, hem de delicesine. Müge Anlı’yı seyredin, ahlaksızlık diz boyu. İçiniz sızlar…