Gündemin anlık değiştiği bir ülkede haftalık yazı hazırlamak gerçekten riskli… Son anda öyle gelişmeler olabilir ki, bir gün önce yazdığınız çöp olabilir!.. Öyle günlerden geçiyor ve geçeceğiz ki gelişmeleri hangi ucundan tutayım onu da bilmiyorum.
Rezilliği çıkan göçmenlerin kaçışı mı, şehitlerimizin dizi dizi tabutlarla Suriye topraklarından Türkiye topraklarına taşınması mı, ufakta beliren savaş tehdidi mi, bir Rusya bir ABD yandaşlığı politikasının fiyaskosu mu, AKP iktidarının devamını yani bekasını savaşta görüp gerginliği tırmandıran yandaş yalakaları mı?… Say sayabildiğini. Ülkenin onlarca çözümsüz gibi görünen sorunu, iktidarın varlığını sürdürmesi için ‘çözüm’ olabiliyor.
Başta komşular, dünyada bir tek dostu kalmamış bir ülkenin itibarsız vatandaşları olarak günlük hayatımızı çeşitli ekonomik zorluklar içinde mutsuz, umutsuz ve endişeli olarak yaşamanın ağırlığı altında ezilip kalıyoruz. ‘Sınırları açtık’ diyerek binlerce insanı perişan etmek ölümün kucağına atmak ne demek? Sen sınarları açınca karşı taraf ‘aman ne iyi hoş geldin’ mi diyecek?
İktidar için bunların bir önemi yok, ‘Suriye’de ne işimiz var?’ diyenlere ağız dolu hakaret eden zihniyetin iki temel amacı var artık. Öncelikle (sanki ülke topraklarını savunuyormuşuz gibi) savaş ile milliyetçiliği körüklemek, hamaseti en üst seviyeye taşıyıp iktidarlarını korumak! Ve tabii bir de bu kalabalık gündem içinde muhalefete hakaret diliyle saldırıp, ülke içindeki ağır sorunları gözden kaçırmak var!..
Yıllardır yaptıkları gibi, ‘palyaçoya bak’ taktiği… Gerçekten zor günlerden geçiyoruz, geçeceğiz. İçimizde taş gibi bir ağırlık, gülmeyi, mutlu olmayı dostlarla güzel şeylerden sohbet etmeyi unuttuk. En çok da çocuklarımıza gençlere umut vaad edemiyoruz, güzel bir gelecek bırakamıyoruz, ona yanıyorum.
İzmir’i İzmirliler’le yönetmek veya yönetmemek!
Başkan Tunç Soyer Büyükşehir Belediye Başkanlığına talip olurken ‘Aşkla İzmir’ dedi, kenti çok sevdiğinden dem vurdu hep. Evet, böyle bir görev gerçekten o kente büyük bir sevgiyle bağlı olmayı gerektiriyor. Ama Başkan’ın yakın çalışma arkadaşlarının özellikle danışmanlarının da İzmir’i en az o kadar İzmir’i biliyor, tanıyor ve seviyor olması gerekmez mi? Bu kente dair yaşanmışlığı mazisi olması beklenmez mi?
Hisar Camii diye yola çıkıp Çorakkapı Camiine giden, ‘İzmirli gazeteciler beni niye arıyor’ diyen danışman veya çalışanlarla bu iş olur mu? Öyle anekdotlar anlatılıyor ki, insanın aklı şaşıyor. Ayda bir gelip toplantı yapan ama yüklü danışmanlık ücretleriyle ihya olan İstanbullu danışmanlarla bu kentin kadim kültürüne yön vermek ne kadar mümkün olabilir?.. Kimsenin yeteneğine, bilgi ve birikimine laf edecek değiliz. Ama İzmir ‘danışılacak’ uzman, birikimli yetenekli… İnsan varlığı açısından bu kadar kısır mı?