En sevdiğimiz fotoğraf bu. O zamanki adıyla Buca Eğitim Enstitüsü’nün bahçesinde, boykottayız. Karanlık. Çünkü biz gece bölümü öğrencileriyiz. Ben, Ayşen, Zihniye, Süreyya, Düriye. Slogan atıyoruz. Muhtemelen ‘kahrolsun faşizm’ diyoruz. Daha iyi eğitim, daha çok demokrasi, daha çok hak, hukuk istiyoruz. Gençler öldürülmesin, insanlar insanca yaşasın diyoruz.
Fotoğrafın arkasında tarih var. Hiç adetim değil oysa. Ama buna 18.11.1975 demekle kalmamış, günün Salı olduğunu bile not düşmüşüm. Demek ki hayatımın dönüm noktalarından birisi. Demek ki bu fotoğraftaki ben, olmak istediğim ve o an olduğum Gönül. 18 yaşın asiliği, dünyaya meydan okuyan ruhu, her şeyi değiştirebilirim güveni, ne istersem yaparım/yaptırırım inadı… Ve korkusuzluğu.
O yüzden fotoğrafın arkasına ‘Güneşin zaptı yakın!” diye yazmış, imzalamışım bir de. 1975’te.
‘Güzel günler göreceğiz çocuklar’ demiş Düriye. ‘En kötü günlerimiz böyle olsun’ demiş Süreyya. ‘En güzel günlerde’ demiş Ayşen. ‘Haklıyız kazanacağız’ demiş Zihniye. Aramıza ikinci sınıfta katılacak Şeniz henüz yok fotoğrafta. Arkasındaki yazılarda da.
*
MC hükümetlerini ciddiye almıyorduk. Karaoğlan efsanesini küçümsüyorduk. Kaotik, hop oturup hop kalkan ülkede… Nasıl ve nereden geleceğini bilmeden, güzel günlere inanıyorduk sadece. Çil yavrusu gibi dağıtılacağımızı beklemiyorduk. Ülkenin savrulurken bizleri de savuracağını henüz öğrenmemiştik. Hayatın duvarlara çarpa çarpa eğiteceğinden... Okulu bitirmenin sadece diploma kazandırdığından, hiç bitmeyecek hayat okulunun gedikli öğrencileri olarak kalacağımızdan habersizdik. Prometeus’un insanları yarattığı çamuru gözyaşıyla yoğurduğunu da okumamıştık daha.
*
Ayşen direksiyonda, yanında Düriye, arkada Şeniz, Süreyya, ben. Maskeli beşler. Ulamış’a yerleşmiş Zihniye’ye gidiyoruz. Geçmiş yılların yükünü değil sadece güzelliklerini hatırlayarak, ağız dolusu gülerek, hep bir ağızdan bağıra çağıra konuşarak. Zihniye’ye değil de sanki gençliğimize gidiyoruz. Hani o dünyayı değiştireceğimize emin olduğumuz, muktedirin biz olduğuna inandığımız günlere… Hani okulun bahçesinde ‘buralar bizden sorulur’ diye yürüyüşümüzün değiştiği gecelere… ‘Kötülük yapmanıza izin vermeyeceğiz’ diye haykırdığımız ideallere, masumiyete, inanca, insanca bölüşüp insanca yaşamaya. Kalbimizin aklımızdan büyük olduğu yıllara.
Dilim dilim doğranmış ruhlarımız, uzun bir aradan sonra aynı bohçada… 18 yaşında.
*
Kuşağımın başarılı yazarlarından Ayfer Tunç, yeni romanı Osman’ı konuştuğu bir röportajda "Osman’ı nasıl tanımlıyorsunuz” sorusunu şöyle yanıtlıyordu:
“Osman’ı bir düşüş romanı olarak nitelemiştim ama yere çakılma demek daha doğru olur. Romana adını veren karakter Osman, mensubu olduğum kuşağın istisnai diyebileceğimiz ama yine de kuşak özelliklerini görebildiğimiz bir temsilcisi. Bu kuşak 60’lı yıllarda doğduğunda tv yoktu, telefon yaygın değildi, nüfusun çoğunluğu kırsalda yaşıyordu. Çocukluğunu ve ilk gençliğini 70’lerin kanlı siyasal şiddet ve ekonomik bunalım ortamında yaşadı. 80 ihtilali sonrası siyaset ve ekonomi, ülkeyi küresel ekonominin pazarı haline getirdi, siyasetin ve günlük hayatın dili değişti. 90’larda muhafazakârlık ve sekülerlik arasında bir yelpazede, Türk ve Kürt milliyetçiliğinin de yer aldığı çatışmacı bir gündelik hayat yaşanmaya başladı. Yeni ekonomik anlayış ve yaşayışın sonucu ahlaki değerler sistemi altüst oldu; kültürün, değerler skalasında alt sıralara inişi başladı.
2000’lere gelindiğinde teknolojinin hayatımızı kökten değiştireceği anlaşıldı. Bütün bu değişimler bir kuşağın bütün ömrüne değil; çocukluk, gençlik, orta yaşlılık dönemine sığdı. Hayatın değişim hızı, bu kuşağın dünyayı anlama hızından daha yüksekti. Dolayısıyla yere çakılma kaçınılmaz oldu. Her kuşak ölür hem fiziksel hem anlayış olarak. Ama 60’larda doğanların büyük bölümü, orta yaşı henüz geride bıraktıkları bir zamanda, daha yaşlanmadan oyun dışı kaldılar.”
Osman gibi çakılmasak da… Bu hızlı değişimde bazen sendelemiş, bazen düşüp ‘acımadı ki’ deyip silkelenmiş, düşe kalka, yıkılmamış, ayakta kalmıştık. Ama çok yorgunduk. Bedenlerimiz ilerde, ruhlarımız bazen geride kalmıştı. Onları buluşturmak için de savaş veriyorduk hala... 18 yaşımızın da gerisine gitmiş bir ülkede, bunu nasıl yapacağımızın kaygısı, endişesi, pandemiyle hayatta kalma mücadelesi ve bitmeyen ‘gelecek nasıl gelecek’ soruları arasında…
Zihniye’nin şölen masasından 60’lı yaşlarımıza doğru geri dönerken sessizdik. Filmi ileriye sarmıştık artık. Kayıplar, ölümler, boşanmalar, o okuldan bu okula, o işten bu işe, sürgünler, keşkeler, iyikiler, kederler, çocuklarla gelmiş güzellikler, üzüntüler, kaygılar… Avuçlarımızda inatla tuttuğumuz hayatın solan renkleri, yüreklerimizde pamuklara sarılı ideallerin gerçekleşememiş kekreliği, ‘çok şükür yaşıyoruz, kimselere muhtaç değiliz’e sığınmış halleri…
***
Unutulmuş halk yemekleri arasında Zavuş (*) diye bir yemek olduğunu öğrenmiştim yakın zamanda. Nar ve mercimekle yapılan, testide iki ay bekletildikten sonra yenilen bir yemek. Tarifte asıl unutulmaması gerekense, işlemi yaparken, o testinin içine üç damla da gözyaşı damlatmak.
O şölen sofrasında Zavuş yoktu belki ama… Her birinin içinde her birimizden birer damla gözyaşı olduğunu, hepimiz en içimizde biliyorduk…
***
İnsanların kaderi gibi, yazıların da bir kaderi oluyor sanırım. Bir yıl önce 29 Ekim'i kendi kişisel bayramımız yapmış, yıllardır bir araya gelememiş olmanın acısını unutulmaz bir günle çıkarmıştık. Buca Eğitim'in Türkçe edebiyat öğretmeni sevgili arkadaşlarım Zihniye, Düriye, Ayşen, Süreyya ve Şeniz'le birlikte... Kaleme aldığım yazıyı gazeteye göndermiş, arkadaşlarımla günün güzelliği üzerine yazışırken... Daha yazının mürekkebi kurumadan İzmir'in felaketini yaşamıştık. 30 Ekim 20020 saatler 14.51'i gösterirken, yaşamla ölüm çizgisini hepimize yaşatan o malum depremi...
Öyle hızlı geçti ki zaman...
1 yıl sonra yeniden bir araya geldik. Bir yıl önceki biz değildik; yine çok sabır, acı, sıkıntı ve elbet aralara keyifler de sıkıştırmıştık bu süre içinde. Değişmeyen birbirimize özlemimiz, güvenimiz, sevgimizdi. Birlikteyken yine 18'li yaşlarımıza doğru ışınlanmamızdı, içimizde boy gösteren o yaramazlık yapma duygumuzdu.
Pandemiye, hepimizi dibe çeken ekonomik, siyasal çöküntüye rağmen... “Bazen yaşamak bile cesaretin kendisidir” diyen Seneca'yı anarak... Dünün hüznünü, yarının endişesini, günün neşesi ile unuttuk. Hayatlarımızdan çaldıkları neşeyi, birkaç saatliğine de olsa geri aldık. Görünmez yara bantları taktık birbirimize, ağrılı yanlarımıza...
Dostluğun, hele ki eski dostların kıymetini iyi bilelim; varsa ailemiz, bir de onlar kaldı elimizde zira...
*
(*) Yemek ve Kültür dergisi, 8. Sayısından. Musa Dağdeviren’in ‘Unutulmuş Halk Yemekleri’ başlığıyla sunduğu Zavuş yemeği. İki ayda yapılan bu yemeğe gözyaşı katmanın bir Ermeni geleneği olduğu anlatılıyor.