Aslında biz hikâyeci bir halkız. Birbirimize sürekli hikâye anlatırız.
Yollarda, trenlerde, kahvelerde, uzun yolculuklarda filan sürekli anlatırız. Hele birisi bize başından geçen iyi ya da kötü bir olayı anlatsın, bitirmesini sabırsızlıkla bekler, bekleyemezsek araya bir biçimde girip kendi hikâyemizi anlatmaya başlarız. Kaynanalar gelinlerini anlatır, gelinleri kaynanalarını; böyleyken böyle, diye. Hele askerlik anıları, bitmek nedir bilmez. Ha, bakın, yatılı okul anıları da öyledir; öğretmenlerden uzun uzun bahsedilir; matematikçi şöyleydi, edebiyatçı böyle filan diye. “Bir dokun bin ah işit” lafı bize aittir. Sen bir derdini anlatırsın, o bin derdini… Vay be, dersin, benden daha dertliler de varmış. Canım efendim, Yunus da “Derdim vardır inilerim” demiyor muydu?
Çok yıllar önce bir öğretmen anısı duymuş, bir hikâye yarışması söz konusu olduğunda duyduğum o anıyı hikâye haline getirip bir yarışmaya göndermiştim. Hatırlarım: Başıma gelmedik kalmamıştı. Anı sahibi beni “anısını çaldığım” iddiasıyla, yani intihal suçuyla dava etmişti. Dava neticesinin dramatik olması bir yana, esas trajik olan, davacının da anısının çalıntı olduğunun anlaşılmasıydı. Metinlerarasını, edebi türler arasındaki farkı bilmemesini geçiyorum. Fakat gerçek olan şudur: Herkes her yerde hikâye anlatıyor ama herkes anlattıklarını hikâye yapamıyor. Zaten zurnanın zurt dediği de bu! Çünkü…
Çünkü efendim, anlatmak başka, yazmak başka. Hemen her gün başımızdan birçok şey geçiyor. Peki, bugün yaşadıklarınızı yazın, deseler içinizden kaç kişi yaşadıklarını hikâye ederek yazabilir, bunu düşündünüz mü hiç? Hem zaten, bazen hepimiz şöyle demez miyiz: Yahu dostum, şu anlattıklarını yazıp neden kitap yapmıyorsun? Ya da bana sık sık söylendiği gibi, “Hocam, ben size anlatayım, siz onu roman yapın” filan. Olmaz ama bir türlü olmaz. Çünkü hikâye (ya da roman) anlatılan değil, yazılan bir şeydir ve tamamen yapıntıdır. Hayatım roman, diyenleri bizim “İyi ama roman hayat değil” diye yanıtlamamız gibi.
Benim genç hikâyecilerde gördüğüm ve anlamsız bulduğum, hikâyeyi karmaşada kurmak için mümkün olduğunca anlaşılmazlık zırhına bürünmeleri. Ne kadar anlaşılmaz olurlarsa o kadar “derin hikâyeci” olacaklarına inanmaları. Dahası, çabasını yazınsal alandan çok tanınma amacına yöneltmesi. Yazdıkları her metnin hikâye olduğuna inanmaları ise bana oldum olası acıklı gelir.
Tarık Dursun K.,’ya günlerden bir gün yazdığım yeni bir hikâyeyi okumuş, eleştirisini beklemiştim. Sükûnetle dinledi, sonra, “Sen burada anlatmışsın,” dedi, “keşke yazsaydın!” Anlatmakla yazmak arasındaki farkı o zaman düşünmeye başladım. Kendisi de hikâye yazacağı zaman zorlandığında “Yahu, ilk cümleyi bulamıyorum, bir bulsam, gerisi gelecek!” derdi. Öyledir, bazen bütün hikâye ilk cümledir.