1900’lerin başında yolu İzmir’e düşen seyyahlardan birisi olan Orrie Muller, yazılarına şu cümleyle başlar: “İzmir savaşlara, depremlere, yangınlara ve veba salgınlarına rağmen binlerce yıldır ayakta kalmayı başarıyordu”. İş bu yazının konusu, Corona virüsünün tedirginliğinin gölgesinde bu şehrin başından geçen hastalıklardır.
Osmanlı’nın son dönemleri, Abdülhamit rejimi İzmir için hastalıkların, salgınların hüküm sürdüğü bir çağdı. Tıbbın geri planda olduğu bir dönemde çocuk felci, sıtma gibi salgınlara çaresiz kalan halk “şeyh” dediklerine “muska” yazdırmaktan başka bir yardım bulamıyordu. Doktor, eczane ve hastane kıtlığı vardı. Daha sonra evlatları Eczacıbaşı soyadını alacak Mustafa Enver Bey, İzmir’de tek başına sağlık savaşı veriyordu. Ancak çoğu hastalık önlenemiyor, çocuk felcinden bebekler ölüyor, insanlar “ince hastalıkla” kırılıyordu. Kolera salgınında karantina altına alınan evlerine kapılarına ikaz yazıları asılıyor, ekmekler pencereden veriliyordu.
Bir liman şehri olan İzmir’in en büyük dertlerinden birisi Osmanlı’nın “İllet-i Efrenciye” dediği frengiydi aslında. Kırım savaşından sonra gelmişti şehre bu illet ve iş o kadar büyüdü ki, şimdinin Eşrefpaşa Hastanesi adıyla hizmet veren hastanesi, sırf Frengi ile savaşmak için kuruluyordu.
Cumhuriyet kurulduğunda dertler bitmedi. Dönemin Yıldız Gazetesi 1925 yılında, yangının yıkıntıların ve harabelerin altındaki İzmirliye şu tatlı satırlarla sesleniyordu: “Salgın hastalıklar, görünmez musibetler! Bir memlekete nasıl gelir? Doktor Jak Berritiyon’un bir makalesi bize salgın hastalıklara dair kar’ilerimizde mücmel bir fikir husule getirmek arzusunu verdi. Aşağıdaki satırlarda görüleceği vechile kulları veba gibi bir memleket halkının hayatını kemiren afetlerin sirayet vasıtası pisliktir. Pislikten hoşlanan mikroplar, sinekler, sivrisinekler, pireler ve bitlerle, farelerle naklolunarak bütün bir yaygın ahalinin mahvolmasına sebep oluyor. Medeniyetin terakkisi bu salgın hastalık meziyetinden gittikçe insanları mes’un bırakmaktadır…”
Aslında tüm İzmir çözümü biliyordu; temizlik! Ama gelin görün ki özellikle Yağhaneler tarafında üretilen sabun atölyeleriyle anlaşılıp bedava sabun dağıtılacakken, tam aksine sabun vergisi koyuyordu valilik: “Sabunlardan vergi... Şehrimizde bulunan bazı sabun amelelerinin mukaddime maliye vekâletine müracaat ederek, sabunların mevadı ibtidaisi olan zeytinyağlarının kıymetleri üzerinden yüzde altı tenzilat icrası lazım geldiği halde buna ademi riayetle tenzilat yapılmadığını bildirmişlerdi.”
Bu yıllarda İzmir’in büyük bir sorunu da sıtma idi. Halkapınar, Bostanlı ve Üçkuyular bataklıklarından üreyen sivrisinekler şehrin üstüne bir heylüla gibi hücum ediyor özellikle yaz günlerinde insanlara nefes aldırmıyorlardı. 1929 yılında bu sinekler tifo illetini şehre dağıtmaya başladı. 1932 yılına kadar bu dert çözülmemiş olacak ki Yeni Asır gazetesi şunları yazıyordu: “Her sene bu kadar kişinin ölümüne sebebiyet veren tifonun mikroplarını tüylü̈ ve pis vücuduyla nakleden karasinek hunhar ve çocuk öldürücüdür. Daima müzahrefat içinde yaşadığı için buradan aldığı hastalık tohumlarıyla yiyeceklerinizi zehirler…”
Tüm bunların çözümünün başlangıcı için Behçet Uz’un gelmesini bekledi İzmir. Tek bir adam, tek bir İzmirli mücadeleyi başlattı. Umarım başımıza gelecek günlerde, sabun vergisi koyucularla değil Behçet Bey gibilerle tanışırız.