Osmanlı Devleti, yangın ile mücadele edebileceği fikrine ancak 1560 yılında, Kanuni Süleyman zamanında kani olur. Ve şehir sathında bazı önlemler alır. Mesela saçaklı yapıların yapılmasına izin vermez. Aynı zamanda herkesin İstanbul şehrinde yangın ihtimaline karşı içi dolu bir fıçı ve çatıya kadar çıkan merdiven bulundurması şart koşulur. Yangınla bizzat mücadeleye ise Yeniçeriler memur olmuş. Daha sonrasında Tulumbacı ocağı, Yeniçerilerin içinde 1710’da kurulur. Tulumbacılara Fransa’dan getiren “pompalar” verilir ve yangın ile mücadelede yangının “söndürülebilir” olacağını düşünerek devam eder. Tüm bunlar imparatorluğun göz bebeği İstanbul’da gerçekleşirken İzmir dahil diğer Osmanlı şehirlerinde yangın ile mücadele için devlet menşeili hiç bir çaba gözükmez.
Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra, Abdülaziz “Daireli” adı verilen bir teşkilat kurar. Bu süre zarfında diğer şehirlerin de kendi başlarının çaresine bakması, yani liberal bakışla her şehrin kendi itfaiye teşkilatlarının kurulmasına izin verir. İzmir dahilinde bir çok yabancı kuruluş kendisini, yangınları ve depremleriyle ünlü bir şehirde sigortalatmıştır. O zamanlar İzmir’de hizmet veren başta İngiliz olmak üzere birçok ulustan sigorta şirketi, hasarı azaltmak adına kendi itfaiye teşkilatlarını kurarlar. İzmir, belediyenin kurulduğu 1880 yıllarına kadar tamamen özel şirketlerin parasıyla işletilen bir yangın teşkilatıyla korunur. Belediyenin kurulmasından sonra tüm bu özel itfaiye teşkilatları “GrosKoviç Yusude” adlı bir Macar itfaiye uzmanının emrinde toplanır.
1897 yılında, Mezarlık başında, Kadifekale’nin henüz başladığı yerde bulunan Yusuf Dede mevkiine şehre hakim bir yere bir itfaiye kulesi yapılır. Şehirde bir yangın çıktığında bu kuleden atılan top atışı, ramazan günlerinde iftarı haber vermek için de kullanılacaktır. İzmir itfaiyesinin, buharla su pompalayan ve şehirlilerin “vapuraki” adını verdikleri bir cihazı da vardır. Şehir kavurucu Ege sıcakları ile her yaz kavrulduğundan, eylül ekim ayları gibi bir kıvılcımla tutuşabilecek kıvamdadır. Ve her sene büyüğüyle-küçüğüyle bir yangın şehre sonbaharın geldiğini haber verir.
1922 yılının son baharında çıkan büyük yangın ilk başta her sene olan gibi görülse de Mösyö Greskoviç sonradan "itfaiyenin otuz senelik istatistik cetvelinde görülmemiş bir mahiyet arz ediyordu”. Bu büyük yangında, yangınla mücadele etmekle görevli itfaiyecilerin de evleri yok olunca, itfaiyecilerin “güvenli ve sağlam barınma” gibi bir ihtiyacı olduğu belirlenir. Ve 1924 yılında çıkan bir kanunla sigorta şirketlerinin de itfaiyeleri belediyeye devretmesiyle şimdi Apikam olan bina yapılmaya başlar. İzmir ilk örgütlü şehir itfaiyesine 1926 yılında kavuşur.
94 senelik bu teşkilat İzmir’in her felaketinde 1922’de olduğu gibi, kendi evi perişanken, bu çok sevdikleri insanların olduğu şehir dizinin üstüne düşmüşken onu kollarından tutup yukarı kaldırdı. Selinde, yangınında, depreminde daha kendi ailesinin durumunu bilmezken, daha onların iyiliğinden emin değilken enkazlara, yangınlara koştular. Üç hafta önceki depremde de, daha sallanmalar bitmemişken, enkaz altındakilerin telefonlarını cevaplayan, onları sakinleştirmeye çalışan, onların yanına gidenler yine onlardı. Hatta Mehmet Akbulut kendi ailesini çıkarttı Egemen Apartmanının enkazından.
Fikrimce tüm itfaiyecilerin, ailelerinin tek bir yerde ve güvenli olması gerek. Bir felakette tek bir İzmirli itfaiyecinin bile aklında merak olmamalı, ailesinin güvenliğinden endişe etmemeli. Bir of bile demeden günlerce başımızda bekleyenlere, takatlarının son gücüne kadar yanımızda olanlara, bir borcumuzu ailelerini güvenli lojmanlara yerleştirerek ödememiz gerek. Daha fazlasını hak edenlere hiç değilse bunu yapmalıyız.