Kurban Bayramı öncesinde İzmir’de yapılacağı duyurulan LGBT etkinliklerinin Valilikçe yasaklandığına dair haberi İz Gazete’de okuduğumda, otuz yıl öncesinde ABD’nin Philadelphia şehrinde yaşadığım kültür şoku ve sonrasında gözlemlediklerimi hatırladım.
Söz konusu şehre 90’lı yılların başında ekonomi masteri yapmak üzere burslu olarak gönderilmiştim. Bir taraftan ders çalışırken, diğer taraftan ortama adaptasyon sağlamaya çalışıyor, toplumun nasıl işlediğini anlamaya çalışıyordum. Orada ilgimi çeken bir konu da toplumun LGBT konusunu nasıl değerlendirdiği, devletin bu konuya nasıl yaklaştığıydı. Konunun ilgimi çekmesinin nedeni şehrin hemen her yerinde bu konuyla ilgili bir afişe, ya da bu topluluğun üyelerine hitap eden bir mağazaya, kafeye, toplantıya ya da TV’de bir programa rastlamamdı. Bu durumu çok yadırgamıştım. Türkiye’de hiç böyle bir durumla karşılaşmamıştım. Philadelphia’da ise Sanki LGBT günlük hayatın bir parçası, olağan bir durum gibiydi. Bu konudaki şaşkınlığımı karşı dairemde oturan Amerikalı komşuma anlattım. O da bana “Kimse bunun olağan bir şey olduğunu söylemiyor. Ama herkes gibi onların da anayasal hakları var” dedi. Bu sözler üzerine konu ile ilgili daha fazla bir şey konuşmadık.
O günlerde konusu homoseksüelliğini ve AIDS hastası olduğunu gizleyen bir avukatın dramını anlatan Philadelphia adlı bir film ABD’yi sarsmış, Tom Hanks en iyi oyuncu ve Bruce Springsteen de en iyi şarkı Oscarlarını kazanmıştı. Film dünya çapında yankılar uyandırmış, ABD’deki homofobi, AIDS, ırklar arasındaki gizil çekişme üzerine verdiği mesajlarla tartışma yaratmıştı.
Aslında, filmin isminin Philadelphia olması bir tesadüf değildi. Çünkü, Amerikan Bağımsızlık Bildirisi Philadelphia’da ilan edilmiştir ve bildirideki şu ifade özellikle dikkat çekicidir: Bütün insanların eşit yaratıldıklarına; yaratıcıları tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz". Şehir ayrıca, bağımsızlık savaşı sonrasında, 1790-1800 yılları arasında ülkenin geçici başkenti olmuştu. Bunu takip eden iki asırlık bir sürecin sonunda Philadelphia artık özgür bir şehir görünümündeydi. Geyler, lezbiyenler, aşırı sağcılar, aşırı solcular, kürtaj yanlıları, kürtaj karşıtları, Afrika kökenli Amerikalılar’ın ezildiğini düşünenler, bunun aksini düşünenler vs. sürekli bir tartışma içindeydi.
Toplumun geneli için marjinal kabul edilebilecek gruplar ve bunlara ait tartışmaların kamuoyuna toplantı, gösteri yürüyüşü gibi etkinliklerle taşınması kamu yönetimi açısından bir sorun olarak görülmüyordu. Zaten, ABD oldukça kozmopolit bir toplumdur. Her ülkeden, her ırktan, her dinden, her inançtan insanla doludur. Philadelphia ise bu yönden ülkenin ortalamasının çok üstünde bir yoğunluğa sahipti. 1990’lı yılların başında Philadelphia’da en hızlı artan nüfus kesimini Asya’dan gelenler oluşturuyordu. Okuduğum üniversitede matematik hocam Rus, istatistik hocam Cezayir, mikroiktisat hocam Hint, bölüm başkanı Polonya kökenliydi. Bu çeşitlilik başarılı bir şekilde yönetiliyordu. Benzer yönetim başarısının gösterildiği bir başka örnek de muhtemelen Osmanlı İmparatorluğu olabilir.
Herkesin istediği gibi yaşayabildiği, özgürce fikrini söyleyebildiği bu toplumun çok sıkı bir şekilde denetlendiği de çok açıkça görülebiliyordu. Kamu otoritesinin topluma verdiği mesaj netti. “Vergini öde, kurallara uy, başkalarını doğrudan rahatsız etmediğin sürece istediğin gibi yaşayabilirsin”. Tamamen kurala dayanan, herkesin özgür ama yine herkesin istisnasız sorgulanabildiği, denetlendiği bir ortam bu.
Böyle bir ortamın topluma ne getirisi olabilir? En büyük getirisi refah artışı olsa gerek. İnsanların kendilerini doğrudan ilgilendirmeyen konular üzerinden birbiriyle uğraşarak enerjilerini boşa akıtmalarına izin verilmemesi ve devletin tüm taraflara karşı eşit mesafede olması üretkenliği destekleyen steril bir ortam yaratıyor. Nitekim, ABD muazzam gelirlerin kazanıldığı ve servetin biriktirilebildiği bir ülke. 1990’ların başında açıkça gözlemlenebilen bir başka gelişme ise ülkeden dünyaya müthiş bir teknoloji dalgasının hızla yayılıyor olmasıydı. Bugün kullandığımız bilgisayarlar, yazılımlar, cep telefonları ve internetin çıkış noktası ABD oldu. Bu durumda insanlar büyük servet ve gelir elde etmek için uğraşmak varken birbirlerine düşmanlık etmekten kaçınıyorlar. LGBT’ye karşı toleransın yüksek refaha sahip gelişmiş ülkelerde daha fazla olmasının nedeni bu olsa gerek. Tabii ki, onlar da bu noktaya birdenbire gelmediler, ama zaman içinde insanların birbirleri ile didişmesinin asgari düzeye indirilmesinin toplum refahı açısından faydasını anladılar.
2002’den 2013’e kadar Türkiye’de kişi başına milli gelirin 3 bin dolardan 12.500 dolara çıkması tesadüfi bir olay değildir. O dönemde, Türkiye’de en azından resmi düzeyde, Avrupa Birliği normlarının çıpa olarak kullanıldığı bir özgürlük vaadi vardı ve bunun hızlı ekonomik büyümeye ve refah artışına önemli katkıları olduğu söylenebilir.
Kamu düzenine karşı bir meydan okuma, ya da anayasa ve kanunlara aykırılık olmadıkça, toplantıların ve gösterilerin yasaklanması arızi bir durum olmalı, her kim olursa olsun bu gösteri ve toplantıları yapmak isteyenlere kendilerini ifade edebilmeleri için asgari güvenlik koşulları sağlanabilmeli. Benim düşüncem, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bunu yapabilecek teknik, hukuki kapasiteye ve insan kaynağına sahip olduğu yönünde. Diğer yandan tabii ki bu toplantıları organize etmek isteyenler de kendilerini ifade etmek dışında bir amaçları olmadığını göstermeliler ve haklarını ararken haksız duruma düşmemeliler.
Bu vesile ile Kurban Bayramınızı kutluyor, sevdiklerinizle birlikte nice sağlıklı ve mutlu bayramlar diliyorum