Eşrefpaşa Bayramyeri'nin yokuşundan inerken, İzmir'in muazzam güzelliğini görmek insanın ruhunu sarıyor. Varyanttan bakıldığında ise, İzmir'in en çarpıcı, sofistike ve güzel yüzü adeta bir kartpostal gibi karşınıza çıkıyor.
Varyant, adeta işveli, nazlı ve edalı bir İzmir kızı gibi, tüm güzelliğini o mis gibi iyot dolu Cumhuriyet kokusunu imbatıyla meltemiyle birlikte adeta cömertçe sergiliyor.
1952 yılında yapılan bu varyant, şehrin tepelerini merkeze bağlamak için inşa edilmiş. Aslında adı Birleşmiş Milletler Caddesi, ancak İzmirliler ona "varyant" demişler. İşte buradan İzmir'i seyrettiğinizde, bu şehre aşık olmamanız imkansız. Oyuncak Müzesi, İzmir Arkeoloji Müzesi ve şimdi İl Sağlık Müdürlüğü olarak kullanılan eski Gureba-yı Müslimin Hastanesi, buranın kültürel zenginliklerinden sadece birkaçı.
Varyant, benim için İzmir'in en tatlı anısı, adeta bir zaman tünelinin içinde saklı bir hazinedir. O, çocukluk günlerimde, yağmurun nazlı akışını otobüs camından seyre dalıp, camın buğusuna sevgiyle çizdiğim kalplerin sıcak nefesidir.
Damlacık, İzmir'in en özel semtlerinden biri. İnönü ve Lozan kahramanı İsmet Paşa'nın çocukluğuna tanıklık etmiş bir yer burası. Şimdi ise o ev müze olarak hizmet veriyor. Bu şehir, damlacık gibi, milli mücadele ve cumhuriyet sevdalısı. Adını da zamanında suyunun bol olduğu için almış, samimi ve sıcak bir isim.
Ballıkuyu semtinde, Damlacık Mahallesi gibi bir zamanlar her evin bahçesinde bir tulumba, adeta bir dost gibi yer alırdı. Bu kuyulardan çekilen su mahalleliye bolluk ve bereket getirirdi.
Küçük ellerimle tulumbanın koluyla oynamak, suyun gümüş gibi parlayıp gürül gürül akışını izlemek, bana büyülü bir dünya gibi gelirdi. O suyun her damlası, mahalleye bir neşe, bir bolluk ve bereket yağdırırmış. Yaz sıcağında tulumbadan çıkan suyla yüzümü yıkamak, serinliğin en tatlı halini hissetmekti. Akşamları, büyüklerin tulumbadan su çekip bahçelerini suladıkları, çiçeklerin nasıl da canlandığını görmek, hayatın ne kadar güzel olduğunu fısıldar gibiydi. Ballıkuyu'nun o eski günlerinde, tulumbalar sadece su değil, muhabbet de taşırlarmış; komşular bir araya gelir, suyun başında günün yorgunluğunu birlikte atarlarmış. O tulumbalar, sadece su değil, hatıralarımızı, çocukluğumuzun masum anlarını da saklarlarmış derinlerinde.
Ballıkuyu sokaklarında kaybolup eski İzmir'i hissedeceğiniz bir semttir Damlacık. Tarihi dokusunu korumak adına yapılan Konak Tüneli ise tartışmalara neden olsa da, Damlacık hala direniyor. Kadınların merdiven önü sohbetlerinin, çiğdem çitlemelerinin hala yaşandığı bir masal burası.
Damlacık, İzmir'in kalbinde yer almasına rağmen artık bir arka mahalle gibi görülüyor. Ancak bu semtin direnci, damla damla birikiyor. İzmir'in o eski esintilerini, o imbat dolu günleri hatırlatmaya devam ediyor. Yokuşa doğru gittiğinizde, İzmir'in tüm güzelliği size saracak, hissedeceksiniz.
İzmir’in kalbinde yer alan Arkeoloji Müzesi'nin bulunduğu alan, bir zamanlar Himaye-i Efdal, yani kimsesiz ve yoksul çocukları koruma yurdunun sıcak yuvasıymış. Ancak zamanla halk arasında "piçhane" olarak anılmaya başlanmış bu mekân, geçmişin zorluklarıyla dolu öyküleri de beraberinde taşır. Ve işte bu öykülerden biri de, İzmir'in kalbinde, Kemeraltı'nın Kestelli Caddesi'nden başlayıp, şimdiki Öğretmenevi'ne kadar uzanan, toprağa sırtını, yüzünü ise denize ve körfeze dönmüş, şehrin en müstesna, en butik semti Damlacık'ın ta kendisidir.
Damlacık, eski İzmir'in Türk mahallelerinin incisi, Namazgâh, Kireçli Kaya, Hatuniye, Aziziye ile birlikte kentin kültürel mozaiğinin başlangıcını oluşturur. Bu semt, dar sokakları, tarih kokan evleri ve her köşesinde bir öykü barındıran yapılarıyla, geçmişle geleceği birleştiren eşsiz bir dokuya sahiptir.
İkiçeşmelik'in ötesine yol alırken, Sakarya Mahallesi'nde tarih ötesi bir sır perdesi aralanır. Su dolu bir mağaranın kıyısında, zamana meydan okuyan bir yapı: Sütveren Meryem Dua Evi, yani Roma Su Kanalı (Sütveren Meryem Ayazması).
Yani, Smyrna'nın kalbinde, Kadifekale’den Kemeraltı'na uzanan bir zaman yolculuğu... Burası, eski kentin susuzluğunu dindiren Roma dönemine ait su kanallarının gizli kalmış öyküleridir. Yüzyıllar boyunca, bu kanallar sadece su taşımakla kalmamış, Kadifekale'ye giden gizli tünellerin efsanesini de yaşatmıştır. Sütveren Meryem Ayazması, hem Bizans hem de Osmanlı dönemlerinde kullanılan bu mistik kanallardan biridir.
19. yüzyılda ziyaretçilerin akınına uğrayan bu kutsal mekân, Yukarı Aya Yani Kilisesi'nin yamaçlarında, göğe uzanan bir dua gibi yer alır. Merdivenlerle inilen bu kutsal çeşme, Bizans ya da Osmanlı ustalarının ellerinden çıkmıştır. Orijinal kanalın bir kısmı kapatılarak içine bir niş oyulmuş ve bu nişe kutsal bir çeşme yerleştirilmiştir. Nişin altındaki açıklık sayesinde toplanan sular, kanala geri dönüş yapar.
Nişin üzerinde bir zamanlar Meryem Ana'nın tasvirinin bulunduğu söylenir, ancak bugün o tasvirden bir iz bile yoktur. Yine de, bu çeşmeden akan suyun bereketli olduğuna dair inançlar canlıdır. Suyunu içenlerin sütünün bereketleneceği, doğurganlığının artacağına inanılır.
Tarihi Damlacık'ın huzurlu sokaklarını ardımızda bırakarak, Roma'nın kadim suyollarının gizemli izini sürerek, yeşilin ve mavinin kucak açtığı, zamanın unuttuğu topraklarda, Urla'nın eski köyüne ulaşırız; Barbaros’ta, her biri geçmişin suskun tanığı, toprağın derinliklerinden yaşam suyu fışkıran kuyular bizi bekler, adeta köyün ruhunu, öyküleriyle, bereketiyle sarıp sarmalar.
Su, Barbaros'ta da hayatın kendisi gibidir, kuyular ise insanlarla birlikte anlam bulur. İlk kuyunun ne zaman kazıldığı bilinmez, ancak köyün koruyucuları yüzyıllardır onlardır. Kuyuların her biri, adlarıyla, öyküleriyle nesilden nesile aktarılır. Zaman içinde bazıları yıkılsa da, güç bulanlar onları yeniden ayağa kaldırır. Para eline geçen hayır için bir kuyu kazdırır ya da bir kuyubaşını onarır. Kuyu kazmak, büyük dikkat ve ustalık ister. Derinlik, insan boyunu geçtiğinde, taşlar, tarih öncesi bir ritüel gibi, yavaşça yerleştirilir. Kuyuların dibi geniş, taşlar birbiriyle kenetlenir, öyle ki aralarında hiç boşluk kalmaz.
Derinlik, boyu geçmeye başlayınca kuyunun ağzına ahşap bir çıkrık kurulup çıkan toprak çekilerek yukarı yollanırmış. “Vira!” denirse çıkrık iner, “Mayna!” denirse dururmuş. Kazma işi bitti mi taşlaması başlarmış, uygun taşlar bulunup toplanır yine çıkrıkla yukarıdan aşağıya yollanırmış.
Barbaros'ta kuyubaşlarının olmazsa olmazı, hayvanların su içtiği yalaklar ve kuyubaşı inşa edenlerin imzasıdır. Çünkü su, hayrın ta kendisidir.
İzmir’de çeşmeler ve kuyular herkese aittir ve her şeydir; kullanıldıkça yaşam bulurlar. Bu, hem bir geçmişin öyküsü hem de bir geleceğin umududur. Güzel İzmir'in tarihle iç içe geçen mağaraları, gizemli tünelleri, derin kuyuları ve zamana meydan okuyan tarihi çeşmeleri, suyun izlerini taşıyarak kutsallığın ve kültürün eşsiz simgelerini oluşturur. Bu gizemli diyarı keşfetmek için hazır mısınız?