1872 yılından önce İzmir Limanı sadece Konak Meydanı ile Pasaport arasındaki sınırlı bir bölgede, tahta iskeleler üzerinde yapılırmış; yükler denize düşer, oradan çıkartmak için uğraşılırmış.
Gelişmek için can atan ticaret ise rıhtımsızlık nedeniyle gelişmemiş. Bununla birlikte yük indirilip bindirilen rıhtımların ortasında denize sıfır kafeler, eğlence ortamları bulunurmuş. Çoğunlukla kaçak göçek denize doğru büyütülen, yakalanırlarsa da rüşvet parasıyla, “görme beni parasıyla” geçiştirilen denize sıfır kulüpler.
Limanın bu muhtaç durumunu fark eden iki İngiliz asıllı İzmirli, Osmanlı Padişahından İzmir’e bir rıhtım yapabileceklerini, bunu yap işlet devret modeli ile devlete hiçbir yük olmadan yapabileceklerini söylemiş. Tabi bu nizamın olması, yani bu düzenin olması mevcut müesseseleri pek memnun etmemiş. Bu kulüplerin sahipleri, önlerinde denizin doldurulmasına ve bir rıhtım yapılmasına “razılardır” diye bir görüş alınmış. Bu liman işini kabul etmeyen halka ve kulüp sahiplerine karşı, rıhtım boyu üç bin beş yüz metreye çıkartılarak ama mevcut sahil şeridini izleyecek bir yol yapılarak oldu bittiye getirilmiş. İki İzmirlinin ricası ile İzmir’e yarayacak bir şey, İstanbul’da ranta dönüşmüş. İzmir’in şu anki rıhtımının üç bin üç yüz metre olduğu düşünülürse, o zamanki rıhtım projesinin fuzuli olduğu rahatlıkla görülebilir. Fakat doldurulan arazi, anında vakıflara devredilmiş ve en nihayetinde satılmış. Lafın özü, 1922 yılında yanmadan önce hasretle baktığımız Kordon fotoğrafları, tamamen o rantın ürünü.
Velhasıl proje onaylanınca inşaat alelacele başlamış. Bir yanda inşaat devam ederken bir yandan da kulüpler, kafeler çalışmaya devam ediyor, zaten derme çatma olan yapılar inşaatın sarsıntıları ile yerlerinden oynuyormuş. Her ne kadar buraların kapatılması, inşaatın sıkıntısız devam etmesi söylense de dönemin yönetimine yakın olanlar, bir şekilde inşaat süresince bile çalışmaya devam etmeleri konusunda “görülmemişler”. İşte bu şartlar altında tam 9 Şubat 1872 günü, Kurban Bayramı’nın ikinci günü kutlanırken birden bir gürültü yankılanmış İzmir’de. Şu an Gündoğdu civarında olan Kivoto adlı bir kafe, şubat körfezinin sularına düşmüş. Kordon inşaatı için yapılan çalışmaların, yapının taşıyıcı kazıklarına zarar verdiği sonradan gazetelerde bahsedilir olmuş. Resmi kayıtlara göre seksen kişi, Kivoto’nun kestiği bilet koçanına göre yüz on kişi, biletsizler de dahil edildiğinde neredeyse 150 maktul, körfez sularından ancak üç günde çıkartılmış. Bir rant uğruna, İzmir için çok elzem bir şey olarak başlayıp, sonrasında İstanbul’dakilerin aklına uyan İzmirlinin, İzmir’e sunduğu şey yüz elli ölü olmuş.
İzmirli, Kivoto’nun sahibinin bağlantıları neticesinde ceza almayacağını düşündüğü için, onu kendi elleriyle cezalandırmak için evine yürüse de kendisi Yunan Konsolosluğu’na sığınmış. Velhasıl, tüm bu katliama izin verenler bir şekilde sorumsuz bir şekilde davranırken, tek ceza kafenin sahibine kesilmiş.
Bugün tam 150 sene sonra da şartlarımız çok farklı değil. Bolu’da bir gecede, 80 kişi ölüyor. Yine aynı “bir şey olmaz” tavrı yüzünden yine aynı iktidara yakınlıkla işleri çevirmek yüzünden. Bu ülkenin kaderinin değişmemesi belki de kafalarımızın değişmemesi yüzünden. İzin vermemeleri gereken şeylere “ne olacak ki” diye izin verenlerin, bir şeyler olduğunda sorumlu tutulmaması, daha kötüsü kendilerini sorumlu tutmamaları yüzünden. Görünen o ki, yetkililerin sorumlu olmaması 150 senedir dert görülüp de değiştirilmesi gereken bir şey olarak görülmüyor bu ülkede. Ve bu değiştirilmedikçe, ülkenin kaderi değişmiyor. Ülkemiz ucuz ölümler ülkesi olarak var oluyor.