Bir insanı sevmekle başlayacak her şey”i yorumlamak isterim müsadenizle...
Bir süredir muhabbet dönüp dolaşıp bu konuya bağlanıyordu, yazmak istedim. Belki siz de bir şeyler söylemek istersiniz bu konuyla ilgili. Sevgi üzerine yazmak fikri başta çok gerdi, üstüne yazılabilecek en zor konular benim içim; sevgi ve aşk. Ahkam kesmek olacak ama “sevdiğimden öldürdüm” diyenlerin sadece geçen sene 474 kadını öldürdüğü dönemde “sevgi bu değil” demek ahkam kesmekse kesicem müsadenizle...
''Sevgi yalnız bir insana bağlılık değildir, bir tutumdur. Kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil, bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır. Kişi yalnız bir tek kimseyi seviyor, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa sevgisi sevgi değil, genişletilmiş bencilliktir.'' demiş ya Karl Marx, biz de buradan yola çıkıp bu sefer sevginin ne olmadığına bakarsak başka bir pencere açarız belki. Elbette hepimiz sevdiğimiz için her şeyi yaparız ama uğruna ölecek kadar, öldürecek bir arabesk histeri ile o anki coşkumuzu ya da hüznümüzü büyütüp sevdiğimize ya da başka bir insana zarar verdiğimiz zaman bu eylemin kaynağı sevgi değildir ak sakallı dedemiz.
Mesela bunun kaynağı sevemeyi bilmiyor olmak daha olası zira bir babanın oğlunu sevmesi yerine gece uyuduğunda gidip öpmesine romantik, duygulu, sevecen anlamlar yükleyip hüzünleniyoruz ya o oğul sevgiyi nereden öğrenecek? Görece şanslı nispeten daha modern bir şehir olan İzmir’de doğmamış erkeklerin nasıl bir dünyaya doğduklarını bilmeyenimiz var mıdır bilmiyorum ama önce şunu söylemek lazım; hayat çok fazla seçenek sunmuyor o dünyada. Yaşadığımız, bildiğimiz dünyanın içinde çok da bilinmeyen ayrı bir dünya daha var erkeklerin içine doğduğu ki orada sevdiğini göstermek “diğer mahalledeki lavukları” dövmek ile oluyor.
Dedim ya hayat çok fazla seçenek sunmuyor diye, bahsi geçen dünyada sana iki seçenek sunulur; ya dayak yiye yiye dayak atmayı öğrenirsin ve hem kendini hem de sevdiklerini korursun ya da bir ömür dayak yiyecek sünepe, ezik muhallebi çocuğu olarak hayatına devam edersin. Bu ayırım bu kadarla da kalmıyor tabii, sıkıntının büyümesi de zaten buradan kaynaklanıyor. Çocukken mahallede yediği dayakları hazmedemeyip eve dönünce hıncını kardeşinden çıkaran insan profilini bu karakter ile yetiştiiği için hayatta maruz kaldığı her “dayak yemeden” sonra hıncın başka bir yerden çıkarmayı öğreniyor. Meseleyi bireysellikten çıkarıp toplumsallaştıran sistemin kullandığı duygu da tam olarak dayak atanın gururu, dayak yiyenin hıncı ve bu rekabetçilik zaten. Patronundan, müdüründen, amirinden her gün dayak yiyen bu “muhallebi çocuğu” eve döndüğünde kendini patronu olarak gördüğü bu evde kendi gücünü göstererek hıncını çıkarıyor. Bu dayak mı olur artık, tecvüz mü, cinayet mi o kadarı o anki hissiyatına bağlı. Ne de olsa orada patron olan o.
İşte bu algıyı ve sistemi tencere, tava, zil çalarak, döviz tutarak, dans ederek değiştirmeye çalışıyoruz ya tabii ki kimseye ne yapacağını söylemek benim haddime düşmez ama bu güzel ve eğlenceli hareketler “o patrona” ve o sosyolojiye dokunmuyor ki etkileyebilsin. Hala ne yapmak gerekir diye bana soranınız varsa bir insana sevmeyi öğretmek zamanla çok daha zor bir hale gelir ve sonunda pek sevecen olmayan şekillerde öğretmek gerekebilir ama öğretilmediği sürece o insan sevdiği için ölmeye ve öldürmeye devam edecektir.