Üzerinden yıllar geçti ama unutmadım ben. Dinçer Sezgin’le yazma eylemi üzerine konuşuyorduk. Hani kimisine zor gelir ya, nereden başlayacağını bilemez ya, konuşması kolay ama sıra yazmaya geldiğinde kem-küm etmeye başlar ya; hah, konumuz tam da buydu. Yüzünde gene o hınzır gülüşle, “Sen bana yoğurt de, ben Napolyon’dan çıkarım!” dedi. Anladım. Ustalıktı kastettiği. Yani yazmanın ustasıysan, usta olacak kadar okumuşsan, okuduklarından ve yaşadıklarından dolup taşmışsan yazmak hiçbir zaman zor olmamalı. Öyle ya, yazmak kime zor gelir? Meramını anlatmakta kimler zorlanır? Hiç kuşkusuz ilk önce yaşadıklarına bir anlam veremeyenlere, sonracığıma kültürel besinden gereken besini almayanlara, diliyle ilgili incelikleri bilmeyenlere…
Neden böyle bir paragrafla giriş yaptın, diye soracak olursanız… Konu buydu da o yüzden. Az önce yarım yüzyıllık dostum Salim Çetin’le konuşurken söz buradan açıldı: Hangi konuda yazacaksın? Her hafta zor olmayacak mı senin için?
Oysa konu belli: Edebiyat! Kocaman, geniş bir küme olarak edebiyat… İçine bütün insan hallerini alan; ekonomiden sanata, felsefeden bilime, merkezine insanı alan her şey. Montaigne, o çok bilinen Denemeler’inde der ya: “Felsefenin insanlara doğumlarından ölümlerine kadar söyleyecekleri vardır,” diye, o hesap, edebiyat da geniş bir alan olarak bizlere daima bir şeyler söyler, hayatımıza bir anlam verir. Zorluk meselesine gelince: Zor değil. Ben yazma ve okuma eyleminin insanı olduğumu düşünüyorum. Burada okuduğum kitapları sizlerle paylaşırken alacağınız tatların çok daha fazlasını ben alacağım aslında. Çünkü paylaşmanın böyle güzel bir yanı vardır. Tıpkı iyilik yapanın iyilik yapılandan çok yapana mutluluk vermesi gibi.
Bana Tarık Dursun K. anlatmıştı: Sermuharrir Burhan Felek’e o sıralar sürekli yazıp çizdiği gazete patronu mali yönden krize girince zorunlu olarak ‘izin’ vermiş. Üstat, kriz süresince evinde yan gelip yatmaktansa tıpkı eskisi gibi erkenden kalkıp daktilosunun başına geçip yazısını yazmış, çekmecesine koymuş. Eşi, üstadın yorulmaması için birkaç kez uyarmış ama boşuna, o her sabah mütemadiyen kalkıp yazısını yazmış. Neyse ki kriz fazla sürmemiş, üstadı yeniden göreve çağırmışlar. Sizin de tahmin ettiğiniz gibi, üstat bıraktığı yerden ve hiç zorlanmadan yazmaya başlamış.
Okumak ve yazmak böyle bir şey. Öğrenilen dil gibi. Kullanmayı bırakırsanız zorluk çeker, unutur gidersiniz. Öylelerini tanıdım ki, yeni yeni yazmaya başladıklarında afur tafurlarından geçilmiyordu. Fakat zamanla ilgileri dağıldı, ya da yazıp okumanın “karın doyurmadığı”na karar verdiler ve uzaklaşıp gittiler. Doğru: Edebiyat karın doyurmaz belki ama hayatlarımızı daha anlamlı kıldığına bahse bile girerim. Şair, “içime çektiğim hava değil, gökyüzü” diye dememiş boşuna. Bu yüzden işte!