Gabriel Garcia Marquez’in Albay’a Kimseden Mektup Yok adlı öyküsünü okumuşsanız mesele yok, okumamışsanız lütfen bu yazıdan önce onu okuyun.
Hatırlayalım: Albay o sabah bir cenaze töreni için redingotlarını, çizmelerini giyer, iki dirhem bir çekirdek hazırlanıp dışarı çıkacakken karısı neden böyle giyindiğini sorar. Albay, “Bilmiyor musun, kasabada ne zamandır eceliyle ölen ilk insan,” der ve çıkar. Albay’ın gittiği uzun zamandır eceliyle ölen ilk insanın cenaze töreniyse diğerleri nasıl ölmüştür? Marquez bu sorunun yanıtını bize bırakarak, başka bir deyişle meselenin o tarafında bir boşluk bırakarak okurların imgelenimine olanak sağlar. Bunun gibi, belleğim beni yanıltmıyorsa Kırmızı Pazartesi adlı uzun öyküsünde de Sebastian başından geçenleri “Beni öldürdüler” diyerek anlatmaya başlar ve öykü geriye doğru işler.
Yazarların yazdıklarında, özellikle öykü ve romanlarında kimi zaman boşluklar bırakarak o boşlukları okurlarının tamamlama çabasına bırakmaları hoş ve takdir edilmesi gereken bir ustalık göstergesidir. Klasik çağda eser veren yazarların özellikle romanlarında uzun betimlemelere yer vermesi anlaşılır bir şeydir, buna karşın modern zamanlarda yazılan romanlara/öykülere baktığımızda olayların geçtiği çevrenin ve roman kahramanlarının ayrıntılı bir biçimde betimlenmediğini görüyoruz. Konumuzun burasında lütfen Balzac’ı, Maupassant’ı, Flaubert’i, bizden de Yaşar Kemal’i, Fakir Baykurt’u ve daha nicelerini hatırlayınız.
Akranlarım hatırlayacaklardır: O yıllarda televizyonda “Emret Bakanım/Emret Başbakanım” adlı bir İngiliz dizisi yayımlanıyordu. Dizi, İngiltere’deki politikacı-bürokrasi çatışmasını çok düzeyli bir biçimde eleştirip alaya alıyordu. Hiç unutamadığım bir sahnesinde Başbakan ile danışmanı arasında şöyle bir diyalog geçmişti: Başbakan, tam da o anda içeri giren danışmanına “Hah, iyi ki geldin Murpy,” dedi, “Düşündüm de…” Danışman dehşet içinde Başbakana doğru korku dolu bir ses tonuyla, “Nee!” dedi, “Düşündünüz mü?” Tabii Başbakan, düşünebilmesine danışmanının bu kadar endişelenmesi karşısında neye uğradığını şaşırmıştı.
Thomas Bernhard’ın Ses Taklitçisi’ni (YKY) okuyanınız çoktur. Thomas Bernhard, o kitabındaki kısacık öykülerinde okuyanlarını öyle çarpar ki, etkisinden uzun süre kurtulamazlar. O kısacık öykülerin özgül ağırlığı çoktur. Her biri ayrı ayrı birer roman oylumundadır. Ha keza J. Cortazar’ın Mırıldandığım Öyküler’i de öyle… Sizden hemhal zamanlar beklerler. Çarpıp geçerler ve sizi, bizi, hepimizi sarsarlar.
Yeri gelmişken hemen bütün kitaplarını okuduğum J. Saramago’nun Ölümlü Nesneler’inden de söz etmeliyim. Lütfen Sandalye adlı öyküsünü okur musunuz? Ben okuduktan sonra böyle bir ustalık karşısında hiçbir otoritenin dayanamayacağını anladım. Nitekim ülkesindeki diktatörler de yıkılıp gittiler. Saramago yaşıyor!