Yaşamak diye bize öğrettikleri her şeyin, hiç başarılı olmamış, sınanmamış birer plastik çiçek olduğunu anladığımız zamandayız ve çok kızgınız. Bir önceki barbarlık çağından bize yağmalanmış bir doğa, listeleri uzayıp giden soykırımlar, her gün bir yenisiyle karşılaştığımız anmalar, kıyımlar, haksızlıklar kaldı. Ve biz bunlarla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Belki bunlardan daha kötü olan iyimserliğin, insanın değişebilir ve değiştirebilir olduğunun kadim bilgisinin artık çok uzaklarda kalmış bir şeye dönüşmüş olması. Tüm bunlara rağmen bir kalabalığa karışmak istesek bu bir ulus olsun, bir örgütlenme olsun her ne olursa olsun onun tarihsel bagajını sahiplenmek zorunda kalıyoruz. Yaşadığımız zamanların kefareti, yapmadığımız eylemlerin kabahati, hiç kırmadığımız kalplerin üzüntüsünü karıştığımız kalabalıkla üstümüze alıyoruz. Fakat tek başına da olmuyor çünkü evrensel alçaklığın bütün görünümleri bizden hem daha örgütlü hem daha kararlı hem daha gaddar. Kalabalıklarla olmayan ama tek başına da başarılmayan bu aradığımız şey her ne ise biz onun farkında olalım ya da olmayalım bizim için bu dünyanın ruhudur. Ve bu dünyada bu arayıştan daha manevi başka hiçbir insani düzlem yoktur. Maneviyatı tekeline aldığını zanneden tüm dindarlar maddileşmiş, paralaşmış, bu korkunç çağın en ucuz temsillerini gösteriyorlar. Kışkırtılmış arzu ile doymak bilmez bir oburluk arasında kutsaldan bahseden tüm kalabalıklar kutsalla en ilgisiz, en çürümüş, en pespaye şeylerin kölesi oluyorlar. Ağzını din ile açıp devlet ile kapatan, ölenlerine şehit diyen yaşadığı çirkin hayata ahlak diyen tüm bu suretler bu üç kuruşluk dünyanın, küreselleşmiş pazarın, ete indirgenmiş insanlığın kapı kullarıdırlar. İşte biz burada bunca çirkinliğin içinde yaşamaya değer bir anlam, sabah uyanmaya değer bir maneviyat, paylaşmaya değecek bir hakikat arıyoruz. Bedensel varlığımızı reddetmek pahasına, günlük çıkarımızı yok saymak pahasına. Ekmeksiz, aşksız ve kıyısız kalmak pahasına hepimize yetecek kadar derinlikli ve sahici bir maneviyat arıyoruz.
Yeryüzünün bütün arayışları gibi aslında ararken o oluyoruz. Aramak öylesine kuşatıcı ve dönüştürücü ki, aramanın kendisi aradığımız şey kılıyor bizi. Maneviyat ararken en manevi ilişki biçimini buluyoruz günlük hayatımızda. Anlam ararken, bir yerlerde anlamı temsil ederken buluyoruz kendimiz. Hakikat diye sayıklayıp dururken, hakikatin aslında bizim onu, zor yoluyla kabul ettirebilme gücümüz olduğunu öğreniyoruz. Evet, hakikat zordur. Hakikat, bir zor aygıtıdır. Doğru örgütlenebilirse, uygun biçimde paylaştırılırsa ve sonuna bir yengi konabilirse hakikat yeryüzünün en güçlü zor aygıtı haline gelir. ‘Devleti ve dini harabeye çevirecek bir isyanı hatırlatır bana…’ dendiğinde aslında nehirlerden, rutubet kokan evlerden, su toplamış avuçlardan, ayakta durmaktan morarmış parmak uçlarından yapılma ve gökyüzünden ve paslı silahlardan ve kuş yuvalarından imal edilmiş bir muştudan bahsedilmektedir. ‘Muştusudur kopacak fırtınanın…’ ki o fırtına plastik çiçekleri parçalayacak öğretilmiş aşkın, öğretilmiş dostluğun ve içi kupkuru, bomboş kılınmış yaşamak denen koşturmanın panzehridir. Bizi zehirleyen, hasta eden, hastalıklarımızla tutsak eden, tutsaklıklarımızla örgütleyen bu çağın içinde yepyeni bir çağ serpilip gelişmektedir. Henüz adı yoktur, süslü sözcükleri yoktur hepimizin kafa karışıklıkları arasında bir yerlerde durmaktadır.