Havra sokağından Kemeraltı’nın içine girdiğinizde sizi Kestane Pazarı Camisi karşılar.
Durduğunuz cadde yani Anafartalar Caddesi, İzmir’in 1500’lere kadar kullanılan bin yıllık limanını bir gerdan gibi saran caddedir. Caddeden ayrılmadan hemen sola dönüp birkaç 20-30 metre sonrasında sizi Arap Hanı karşılar. Arap HanI, günde on binlerce insanın geçtiği bu sokakta, geçmişin karanlığını adında saklar.
Kemeraltı’nın yüzlerce yıl kölelerin geldiği ve gittiği bir liman olduğunu, Yakın Asya’da hayat gayesine düşmüşlerin kendilerini gönüllü olarak bir zenginin evinde kapılanma niyetiyle Roma’ya ve İstanbul’a gitmek üzere gemiye attıkları bir yerdir Kemeraltı. Ve tabii ki özellikle sahra altından gelen, ele geçirilmiş kölelerin alınıp satıldığı bir yer olduğunu Arap Han, Esir Han gibi yerler hatırlatır bize.
Her şey yasaldır bu işlerde. Belli kuralları, vergileri, ücretleri vardır. Bir düzen dönmektedir yani. Evliya Çelebi’nin dediğine göre bu ortamda en edepsiz şeylerden biri sahibi öldüğü ve azat edilmesi gerektiği halde tekrar zorbalıkla, hiç parasına Kemeraltı’nda satılmasıydı. Bundan daha az suç olarak görülen ise, bir liman şehri olan ve gemicilerin gelip gittiği, yük indirme bindirmede 1-2 hafta şehirde kaldıkları düzende fuhşiyattı.
Genel olarak fuhşiyat şöyle işlerdi; gemilerle izmir’e gelenler Kemeraltı’ndan bir köle alırlar ve şimdi Kestelli yokuşu civarındaki bekar odalarına götürürler ve kölelerle baş başa kalırlardı. Eğer bir şikâyet olur veya zabit bizzat olayı kendi görürse, köle tüccarı “esire talip oldu, pey akçesi verdi daha sonrasında caydı, peyden vazgeçti. Suni taksirimiz yoktur, usuldür” derlerdi. Gerçekten de şimdinin ticari ürünlerinde olduğu gibi köle ticaretinde de bir “cayma” hakkı vardı ve bu hak fuhuşa adanmıştı.
Bazen daha subay, kaptan tayfası da bu köle tüccarlarına uğrar, bir iki hafta için kadınları alır götürürlerdi. Gemi kalkmaya yakın, köle geri verilir, bunu görenlere de “Huyunu suyunu beğenmedi, peyinden vaz geçti, kıza da bir küpe aldı” derlerdi. Her şey usulüne, kuralına uygundu. Bir suç, yasaları çiğneme söz konusu değildi.
1559 yılında, tam olarak bu nedenlerden dolayı gayrimüslimlerin esir edinmesine yasak konuldu. Herkes her şeyin farkındaydı ama düzen böyle işliyor, kanunla çiğnenmiyordu ve ancak komple bir yasak bu rezilliği çözebilirdi.
İşe yaramadı. Bu kez başka yasal yollar bulundu. Bununla birlikte İzmir limanının hacmi artmış, bu işler ciddi paralar sağlar olmuştu. Herkes, herkesin neler yaptığını biliyordu, parasını nasıl kazandığını biliyordu ama. Bunun için bir şey yapmak gerekti. Şehre camiler, şadırvanlar yaptırıldı, çocuklar sünnet ettirtildi, hacı olmak isteyenler hacca gönderildi, köle satarak ve dahi fuhşiyat yaptırarak para kazananlar isimlerini temizlediklerini düşündüler. Ama öyle olmadı. Şarkılara konu oldular, şiirlere ve kitaplara konu oldular. Yasal olarak yaptıkları çirkinlikler onların peşini bırakmadı. Sonra da çok kim oldukları neci oldukları bilinmedi. Silinip gittiler.
Bugün hala İzmir şehrinde ve ilçelerinde birçok iş kurallara uyarak, yasalar asla çiğnenmeyerek yapılıyor. Mesela Foça’da Saniye Bora Fıçı’nın uzaktan bir akrabası, sosyal tesislerde çalışmaya başlıyor. Sanki çalışılacak başka bir yer kalmamış gibi ama tamamen kurallara uygun olarak, ihtiyaç durumlarını belirttikleri muhtarların isim önerileriyle belediyenin işlettiği yere girebiliyor. Her şey kuralınca, her şey yasal. Ama herkes her şeyi biliyor.
Mesela Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay, yarın bir gün başına bir talihsizlik geldiğinde, üzerine bir iftira atıldığında, sevimsiz insanlarla geçinemediğinde sanki ona kol kanat gerecek insanlar İzmir’in gazetecileri olmayacakmış gibi tüm belediye başkanlarına İz Gazete’yi batırma hakkında konuşmalar yapıyor. Yapabilir, hakkıdır, yasaldır. Sonuçta yasalar gereğince birilerini fonlayabilir ve aynı şekilde birilerini batırabilir. Ama herkes her şeyi biliyor.
Arap Hanı’ndan, bir zamanlar denizin olduğu yere doğru, Hisar Cami tarafına giderseniz sizi Ali Paşa şadırvanı karşılayabilir. Bugün etrafında dolananlar, suyunu içenler şadırvanın nasıl yapıldığını, neyin parasıyla yapıldığını pek bilmezler. Şehre bir imar kazandıran, yüz yıllar sonra bile insanların susuzluğunu gideren bu imarın sahibini kimsenin anmaya değer bulmaması, dahası tanımaması makuldür. Ama bilenler var. Mühim olan tarihe nasıl geçeceği olmalı insanın. Yoksa kötü hatırlanmak, dahası hiç hatırlanmamak usuldür, suni taksirimiz yoktur…