Yol üstünde… Kapı aralığında… Kapı önünde… Akşam oturmasında… Bir kafede, bir restoranda… Ya da günlük işinizi yaparken tesadüfen karşılaştığınız uzun süredir görmediğiniz ama aklınızdan sıkça geçmiş biriyle… Şöyle ağız tadıyla, şugarlı geyikli, edebiyatlı sanatlı, kahkahalı gıybetli sohbet etmeyeli ne kadar zaman oldu? Ya da içini dışını bildiğiniz, bazen konuşmadan bile anlaştığınız arkadaşınızla divanda bir ayağınızı kırıp çaylı kahveli - içinden siyaset, pahalılık, zam, ot bok geçmeyen- ev sohbetinde içinizi dökmeyeli, iki lafın belini kırmayalı…

Kadeh değil, ‘fatura tokuşturur’ olduk zira epeydir. Bir versiyon da ‘Ben Kovid oldum hey halkım!’

*

Apartmanın dış kapı zili çaldı önceki gün. Aynı anda tüm dairelerin kapıları açılınca anladık ki gelen ya su, ya elektrik, ya doğalgaz ki seç beğen al. Piyango numaralarını eldeki biletle karşılaştırıyormuşuz gibi bir heyecan herkeste. Doğalgaz sayaçlarını okuyan gencin ağzından ‘İşte büyük ikramiye size’ müjdesi duyacağız sanki. Kaptık elinden kağıtları; karşı komşumunki 400, benimki 500 küsur. Şükrettik, tıpkı 470 lira gelen elektrik faturasında olduğu gibi. Sosyal medyada, haberlerde paylaşıldığı gibi binli rakamlar yüzümüze çarpılmadı, üç harflilerde kaldık diye…

Emekli maaşına gelen zammın elektrik ve doğalgaz toplamını bile karşılamadığını, popomuzun hala açıkta olduğunu bilerek, iyi mi?

Don’t Look Up! Yukarıya bakma. Hiç değilse ödeyebiliyorsun, elektriğin, doğalgazın, suyun kesilmedi, günde 4 simit, 3 ekmek alabilecek, askıda ekmek kuyruğuna girmeyecek haldesin.

Look down! Sana ne elalemin jipinden/yatından/katından, pirzolasından balığından? Senin aldığın aylığı bahşiş niyetine bir gecede masaya bırakışından, çantasının yıllık kazancın kadar olduğundan sana ne! Aşağıya bak sen. Pazaryerinden kalan sebze meyve artıklarını toplayanlara, kasabın yolunu çoktan unutanlara, işsizlere, askıda ilaç arayanlara, mahalle bakkalından çay bardağı ile çiçek yağı alanlara, veresiye defterleri dolan taşanlara… Şükret. Ki, bu dünyada cefa çeksen de aç açıkta kalsan da cennet mekânda en havadar yer senin olacak. Bir elin yağda, bir elin balda, kul hakkı yiyenlerin cayır cayır yanışını izleyeceksin.

Suck it up! Hang on! Dayan bre, sık dişini, ha gayret!

*

Hiç yazasım yok(tu) oysa. Sevgili Murat Atilla ‘yazı da yazı’ diye başımın etini yemese, mesaj üzerine mesaj çekmese, yetmeyip aramasa; ne önüme, ne ardıma, ne aşağıya, ne yukarıya bakasım vardı. Dümdüz gidesim var çünkü. Herkese, her şeye dümdüz! Gençken devrim mi istemiştin? Al sana devrim diyesim. Neresinden tutsan elinde kalan bu düzenin ta içine, yedi ceddine diye yazasım. Ağzımda küfür, kalbimden dilimden beddua yağdırasım! ‘Yaz gazeteci, bunları da yaz’ diyen Selda’ya selam çakışım. Yaz. Yaz da gör ebeni, bul belanı, hiç durma yaz!

Ama hadi ‘değiş tonton’.

Dümdüz bak da. Ne görüyorsun karşında? Çam, bir sürü çam. Yapraklarını dökmüş, bir aya kalmaz yeşermeye, tomurcuklarını göstermeye başlayacak adını bilmediğin bir ağaç, üzerinde yabani papağanlar, serçeler fıkır fıkır, cıvıl cıvıl. Kapat bütün kakafonilere kulaklarını, kuş seslerini dinle. Pandeminin ilk zamanlarında motor gürültülerinin, korna seslerinin dindiği günlerde, ‘serçelerin ötüşlerinin bile değiştiğini’ söyleyen bilim insanları gibi, ne dediklerini duymaya çalış.

Tatlı, ıslık gibi bir girişle başlayıp karışık ötüşlerle devam eden, sonuna doğru seslerini titreten, şehir sessizleştiğinde repertuvarlarının da değiştiği doğrulanan serçelerin bölgelerini korumak için mi, çiftleşmek için mi cıvıldaştığını düşün. Yaşadıkları şehirlerde, ötüşlerini bulundukları ortama göre ayarladıklarını, tıpkı kalabalık ortamda daha yüksek sesle konuşmak zorunda kalan insanlar gibi davrandıklarını, sessizlikte ötüşlerinin kalitesinin arttığının nasıl bir mucize; ‘kuş beyinli’nin onlar mı, ‘repertuvarını bir türlü değiştiremeyen’ bizler mi olduğunu…

Sakinleş.

Taaa 1800’li yıllarda, Çarlık rejiminin en karanlık günlerinde şöyle yazmış bir adamı hatırla.

"Kimsesizlik ve ıssızlıkla çevrilmiştik, her şey sessiz, insanlığa aykırı, umut kırıcı ve üstelik son derece aşağılık, budalaca ve miskince idi."

Bir azınlık dışında artık her evin bir savaş alanı olduğunu “Bu savaşın bugünkü ödülü, eve götürülebilen bir dilim ekmek, yarına aktardığı şey ise, bu kadarcık bir şeyi bile sağlayamama kaygısıydı” ifadesini mıh gibi tarihe bırakan Aleksandr Ivanoviç Herzen’i…

Üzerinden iki asır geçmiş; bir azınlık dışında her ev bir savaş alanı, hâlâ…

”Siyasi hürriyetten yoksun bir halk için edebiyat, öfkesinin ve vicdanının çığlıklarını duyacağı biricik kürsüdür.”

O zaman sormaya devam et onun romanıyla. Kto Vinovat. Suçlu Kim?

Bizi böyle saçma sapan bir hayatın içine hapsedenler mi? Bizi hapsetmelerine ‘izin verdiğimiz’ için biz mi? Suçlu kim?

*

Rahat bırakın beni de dönüp akayım sosyal medya alemlerine.

Sekiz doğum gününe kalp, 28 ölüm duyurusuna üzgün, 38 anmaya yanındayım, laf sokmalara kahkaha, sokağa bırakılan can dostlar için kızgın emojisi bırakmaya…

Herkesi paralayasım var, ama en çok da kendimi!

*

(*) ÖFKE BALDAN TATLIDIR…