Başlığa baktığınız zaman belki Amerika ile ilgili bir şey anlatacağımı düşünebilirsiniz. Onların da şu an yoğun bir gündemi var, ama ben bundan bahsetmeyeceğim… Madem böyle bir başlık attım o halde size Amerika’nın keşfi ile ilgili bir hikâye anlatarak giriş yapayım…

Kristof Kolomb, Amerika’yı keşfi sırasında gemilerin zorunlu tamiratı için Jamaika’ ya uğrar. Oradaki yerliler tamirata yardımcı olur, gemi tayfasına yiyecek içecek verir.

Ancak aradan aylar geçmesine rağmen tamirat bitmez. Üstelik gemi tayfası yerlilerin yiyeceklerini yağmalamaya başlamıştır. Bu duruma kızan yerliler yardımı ve yiyeceği keserler. Çaresiz durumdaki Kolomb, o dönemlerde gemilerde bulunan ve yıldız pozisyonlarını da içeren takvimi karıştırırken ertesi gün ay tutulması olduğunu öğrenir.

Aklına parlak bir fikir gelir ve hemen yerlilerin şefine gider…
Şefe, tanrı ile haberleştiğini ve Tanrı’nın yardımın kesilmesine çok kızdığını, bu kızgınlığını da Ay ‘ı kan kırmızıya çevirerek göstereceğini söyler. Ertesi gün akşam ay tutulması başlar ve ay ‘’n rengi tutulmadan dolayı kızıla döner. Yerliler feryat figan sesler içinde gemiye yiyecek içecek taşımaya başlar ve Kolomb’a tanrının onları affetmesi için yalvarırlar. Kolomb saatine bakar ve 48 dk’lık tutulmanın bitmek üzere olduğunu görür. Tanrının onları affettiğini söyler ay tutulması biter ve yerliler tanrı onları affettiği için mutlu olur…

Kolomb bunu seyir defterine şöyle yazar; “Cehalet her zaman köleliği getirir”
Haziran 1503

Bizleri de cehalete cahilliğe ittikleri gibi yani hep köleleştirmek istiyorlar.

Öğrencilerimle ile ilk derslerimde onları daha iyi tanımak ve fikir sahibi olmak için, onlara hayallerini sorarım… Bir gün yine 7 yaşında bir öğrencime hayallerini sorduğumda verdiği cevap bende büyük bir şaşkınlık yarattı. Hayali lüks havuzlu bir villa ve son model bir arabaydı. Çok şaşırdım çünkü bu bir Amerikan rüyasıydı ve aslında aileden, çevreden ya da izlediklerinden kaynaklı dayatılmış ezberletilmiş bir hayaldi ve asla 7 yaşında bir çocuğun hayali bu olmazdı.
Gelişen teknoloji bize her zaman güzellikleri sunmuyor mesela sosyal medya. Sosyal medya içinde sosyalleşmeye çalışan insan yığınları giderek artarken fenomen denilen kişilerin hayatları sosyal medyada insanlara sunuluyor. Gittikleri lüks yerler yaşadıkları lüks yaşamlar ile kişilerin algısına ezberletilen hayaller haline geliyor.
En çok bu durumdan etkilenen gençler ve ne yazık ki çocuklar. Yolda yürürken bile kimse karşısına bakmıyor çünkü ellerindeki küçük dünya içinde zamanın nasıl geçtiğinden habersiz sadece ömrü tüketiyor. Eskiden yolda insanlar birbirine selam verir tanıdıklar ayaküstü sohbet ederler birbirinden haberdar olurdu. Şimdi tanıdıklar ile aynı yolda yürüseniz bile farkında değil kimse çünkü teğet geçiyor.

Eskiden insanlar ev ziyareti yapardı aile çocukları birlikte oynardı insanlar sohbet eder paylaşırdı. Sosyalleşme böyle olurdu şimdi sosyal medya grupları üzerinden herkes birbirine garip bir yazım dili ile kısaltılmış mesajlar ve video içerikleri gönderiyor.

Hem de doğum günü özel günler ya da baş sağlığı bile emojilerin içinde kaldı.

Hepimizi bu dünyanın içine çektiler. Kim ben çok girmem sosyal medyaya derse düşünürüm doğrusu.

Sonra bir de televizyon kanallarında yayınlanan içeriğinde hiçbir şey olmayan boş şeyler zırvalayan konuşmayı bilmeyen kişilerin çıktığı kendini anlatmaktan aciz sunucuların sunduğu adına program denen televizyon programları.

Öyle içi boş içerikler ile yapılıyor ki ben 19 yıllık televizyon programcısıyım yemin ediyorum aç kalırım da yine de öyle bir program ile çıkmam izleyici karşısına…
Aaa tabi ki tv dizilerini unutmadan onlara da şöyle bir dokunalım…

Her dizide bir kere herkes zengin ve lüks bir hayat yaşıyor. Öyle bir şey ki hani herkes böyle yaşıyor olsa ülke zaten bu durumda olmaz deyip gülüyorum da…
Sonra dizide kaç karakter varsa hepsinde bir entrika var herkes bir diğer kişi ile birbirini aldatıyor. Ama o kadar normalleştiriyor ki durumu insanlar buna bile üzülüyor.

Ve bu ekran başında da zaman akmaya devam ediyor… peki ne veriyor insana?
Tabi ki hiçbir şey… sadece zihnimizi meşgul edip bizi ekrana hapsediyor sosyal medya gibi. Artık sorgulamayan ve düşünemeyen bir toplum var. Uyuşuyor beyinler ne hak arıyor ne hesap soruyor hepten sessizleşiyoruz…

Çocuklarımız için geleceğimiz diyoruz değil mi? Ne kadar büyük sorumluluk yüklüyoruz onlara biz ne yapıyoruz sanki onlar için?
Şimdi anne babalar belki okuyunca kızarsınız bana. En iyi okullarda okutuyorsunuz biliyorum. Hepsinin en iyi marka tablet ve telefonları marka kıyafet ve ayakkabıları var. Daha ne yapalım diyorsunuz… işte tamda burada size sözüm, bir şey yapmayın yani onları böyle teknoloji içine boğmayın marka kılık kıyafet sayısız oyuncak yığınlarının altına koymayın…

Hatırlayın geçmişi çok mu oyuncağınız vardı? Valla ha benim çok oyuncağım yoktu.
İstediğimiz her şeye sahip değildik. Ya da çok zor sahip olurduk çok değerli olurdu bizim için.
Aranızda bayram kıyafetini bilenler çoktur bence herkes bilir, bayram sabahına kadar yeni elbise ve ayakkabılarımla uyuduğumu çok iyi bilirim. O bayram sabahı gelse de bir an önce giysem diye heyecanla beklediğim. Sonra gezmeklik kıyafet diye bir şey de vardı.
Sadece gezmeye giderken giyerdik özel elbiselerdi. Şimdi bahsederken fark ettim ne çok özlemişim o günleri…
Neyse oyuncaklara geri dönelim. Çok oyuncağımız yoktu bizde sıkılırdık hatta anneme çok kez “anne canım sıkılıyor “dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Annem de “sıkı can iyidir kızım” derdi. Şimdi anlıyorum niye böyle dediğini, çünkü sıkılınca bir şey üretirdik.
Resim yapardık, hayali bir oyun kurardık, elde olan malzemeden oyuncak ya da oyun alanı yapardık. Bu da bizim yaratıcılığımızı geliştirirdi. Hatta çok da hayaller kurardık…

Tabi hayallerimizde havuzlu villa ya da arabalar olmazdı…
Mesela ben 6 ya da 7 yaşlarımda hep ayna karşısında elime saç fırçasını alıp şarkı söylerdim. Konser verdiğimi hayal ederdim en keyif aldığım hayalimdi.
O dönem bizler kurduğumuz hayalleri gerçekleştiren çocuklar olduk çünkü üretiyorduk yaratıcıydık…

Bırakın çocuğunuz sıkılsın… sıkılsın ki yaratıcı üretken olsun, merak duysun. Bu nasıl olur? Bu ne işe yarar? Bunu nasıl yapabilirim gibi soruları sorsun kendine…
Sosyal medyada ya da televizyon karşısın da kapılıp gitmesin zamansızlık içinde asosyal bir hayata…

Denizler Altında Yirmi Bin Fersah kitabında Jules Verne’in ilk kez 1870 yılında kaleme aldığı kitapta hayallerini yazıyordu. O zamanlar için bir bilim kurgu romanıydı ama sonra bu hayaller gerçek oldu…

Sultan dördüncü Murat zamanında yaşayan 17. yüzyıla damgasını vuran dünyada ilk kez uçmayı başaran Türk bilgini Hezarfen Ahmet Çelebi kendi hayallerinin peşinden koşmayıp ev araba için uğraşsaydı onu kimse tanımazdı. Ya da İngilizce dilinin en büyük yazarı ve dünyanın en iyi dram oyunu yazarı Shakespeare öznel hayal gücüne sahip olmasaydı Hamletti Othello yu ya da Romeo Juliet’ti yazabilir miydi? Kutsal roma imparatorluğuna bağlı Salzburg’da doğan Mozart olağanüstü yeteneklerini yaptığı besteleri neye borçlu acaba?  Hemen söyleyeyim size sıkılacak o kadar çok zamanları vardı ki o kadar hayatın içinde yaşıyorlardı ki her sıkıldıklarında bir şey ürettiler, boş vakitlerinde bol bol düşündüler düşündükçe ürettiler ürettikçe geliştirdiler ve sürekli hayaller kurdular. Hayalleri sadece kendileri için değil insanlara da katkı sağlamak içindi onlar tüm insanlar için ürettiler ve geliştirdiler. Çünkü dünyaya geliş amaçlarını keşfeden şanslı insanlardı her biri…

Sıkılmaktan korkmayın çocukların da sıkılmasından korkmayın kendi kendinize kalmaktan da korkmayın düşünmekten düşündüğünü aktarmaktan kendini ifade etmekten de korkmayın. Bastırılmış sindirilmiş bir nesil olmasın geleceğimiz dediğimiz çocuklarımız o yüzden hepimiz yol yakınken uyanalım bu Amerikan rüyasından…