7 yıl geçti. Barış ve kardeşlik, insanca yaşam talebini sırtlamış, Ankara Sıhhiye Meydanı’nda toplanılmıştı. Gülerek, halay çekerek gittikleri miting alanında dünyanın en zalim, en korkunç saldırısı gerçekleşti. 10 Ekim 2015’te 104 kişi yaşamını yitirdi, 700’e yakın insan yaralandı. İçimizdeki yara kapanmak bir yana derinleşti. Acı, hüzün ve öfkemiz en az o gün kadar diri.
Nazım Hikmet’in ifadesiyle, “ümidin, akar suyun, meyve çağında ağacın, gelişen hayatın düşmanları”, katliamı çoktan planlamıştı. “Zulmün sahipleri, çirkinliğin kapıkulları, varoluşun onursuzları” ortalığı kan gölüne çevirmişti. Bombanın basıncıyla ciğerleri parçalanan, son bir nefes için çırpınanların arasına biber gazı atılmış, ambulansların gelişi engellenmişti… Tepki gösterenler tartaklanmış, yaralılar için hazırlanması gereken kan, ortadan kaybolmuştu. Yazmaya elimin varmadığı nice düşmanca uygulamalarla yetinilmemiş, mitinge gidenleri suçlayan, hedef gösteren iğrenç politikalara ertesi günlerde de devam edilmişti.
Nazım’ın Şeyh Bedreddin Destanı’nda “yüreği dayanmamakla birlikte” işaret ettiği gerçek, 10 Ekim için de geçerliydi: Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi bu!
Her olay ve olguda olduğu gibi 10 Ekim Katliamını da etkileyen çeşitli koşullar mevcuttu. Uluslararası gelişmeler, içerde arttırılan gerici, faşist politikalar; katliamın habercisi, harcıydı. Tam da bu sebeple 7 yıl kısa bir süre sayılsa da hatırlatılmasında fayda var.
DÜNYADA NELER OLMUŞTU?
2015 yılının en önemli gelişmelerinden biri Rusya ve ABD’nin odak olduğu ‘iki kutuplu bir dünya’ portresinin daha anlaşılır hale gelmesiydi. Libya ve Mısır’da batılı emperyalistlerin müdahalesini “seyreden” Rusya, uzun yıllar sonra Suriye’ye müdahaleye sahaya inerek cevap vermişti. Almanya, Çin, ABD gibi emperyalist güçlerin, büyüme hızında düşüş yaşanmasıyla birlikte, bölgesel savaş dinamikleri kendisini göstermeye başlamıştı.
Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar, Kuzey Afrika, Güney Asya, Orta Asya ve Doğu Asya gibi ülkelerdeki gelişmeler de “iki kutuplu bir dünya”nın ön kabulü ile yeniden kendini üretiyor, dizayn ediyordu.
Örneğin, bugün Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan çatışmanın zemini yine o günlerde bir kez daha ateşlenmişti. Ukrayna bugün olduğu gibi o günde emperyalist tekellerce kaşınmış, neofaşistlerin başını çektiği bir darbe ile Viktor Yanukoviç Hükümeti - Rusya’yla yakınlığı olan- devrilmişti.
“Ülkenin geleceğine alternatif bakış açıları getirecek stratejik analiz çerçevelerine ihtiyaç vardır” tespitiyle bir elinde stratejik derinlik kitabı diğer elinde Osmanlıcı hayaller ve propagandasıyla “dahi stratejistimiz” Ahmet Davutoğlu ve AKP ise; yaşanan bu gelişmelere pragmatist bir dış politika ile emperyalistlerin ihtiyacına cevap vermek üzere bodoslama dalmıştı.
Öylesine bir dalmak ki, İran, Suriye, Irak, Mısır, İsrail gibi ülkelerle diplomatik ilişkilerin tahrip olduğu, karşılıklı elçilerin çekildiği bir badireye sürüklenmişti. ‘Sıfır sorun’ parolasıyla inşa edilen dış politikanın, sıfır komşuyla sonuçlanacağı o günlerden belliydi. Yaratılan çatışma ortamında, emperyalistlerin yararına ne görev varsa sahaya inilerek üstlenmekten çekinilmeyeceği ‘fetihçilik’ formülüyle el altından sürdürülüyordu.
Dışarıda hayalini kurduğu politikanın, gerici ve tek adam rejimi hayalleriyle iç politikanın merkezi haline gelmesi de doğal olarak birbirini pekiştirmişti.
ÜLKEMİZDE NELER OLMUŞTU?
Neredeyse tüm tv kanallarında Osmanlı dizileri hortlatılmış, ‘dünyaya yeniden hükmedileceği’nin propagandası her alana daha fazla sızdırılmıştı. ‘Kindar’ bir neslin, ‘tek adam rejiminin’ yapı taşı olacağı tespit edilerek, ideolojik, politik alanda bombardıman başlatılmıştı. İşçi ve emekçilerin kazanılmış tüm haklarını elinden almak için daha hızlı bir karar mekanizmasına yani tek adam rejimine geçişin telaşesi eşliğinde, yeni ittifakların kapısı aralanıyordu.
Türkiye’nin çok partili döneme geçmesinden sonra yapılan en önemli seçimlerden biri, 7 Haziran 2015’te gerçekleşmişti. Tek başına iktidar olamayan AKP, ‘Kaos mu istiyorsunuz?’, ‘400 vekili verin kurtulun’ diyerek topluma parmak sallamış, aydınları hedef tahtasına koyarken, hak arama mücadelesi veren işçiyi, kadını, genci sokaktan kazınması için talimatlar yağdırmıştı.
‘Kokteyl terör örgütü’, ‘kolektif terör’, ‘üst akıl’ gibi bir takım ‘kötü’ odaklar tanımlayıp, IŞİD için ‘bir grup öfkeli genç’ denirken; 10 Ekim’de hayatını kaybeden insanlara, ‘kendi kendilerini patlatmışlardır’ diyerek iftira atılmış, aydınlara terörist damgası vurulmuştu. Bu korkunç saldırı sonrası, kutuplaştırıcı dil kendisini öylesine göstermişti ki, yaralanan insanlar memleketlerine, okullarına döndüklerinde, ‘Siz neden ölmediniz?’ sözleriyle karşı karşıya kalmışlardı. Bomba kadar travmatik bir durumu da böylece el birliğiyle örgütlemişlerdi…
HEY GİDİ KAHPE DEVRAN HEY!
10 Ekim’i yaratan koşulları anlamanın veya irdelemenin bugün ne ile karşı karşıya olduğumuzu anlamamıza yardımcı olacağı kesin. O gün de bugün de bir tarafta savaş çağrısı yapanlar bir tarafta barış diyenler, bir tarafta rant ile dünyaya bakanlar diğer tarafta emeğin dünyası için mücadele edenlerin kavgası devam etmektedir. Eşitsiz koşullarda mücadele edildiği de kesin.
O gün emek ve özgürlük diyenler, haklılığın verdiği güçle bugün de yoluna devam ediyor. Onlar ise haksızlık ve zulümlerine rağmen barış, kardeşlik, özgürlük hayallerini yıkamadıkları için ‘ne zaman yıkılacağız’ korkusuyla yaşayıp duruyor…
‘Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi bu!’ diyen Nazım Hikmet’in sözlerinin devamıyla bitirelim:
…deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
O, bu dilden anlamaz pek.
O, "hey gidi kambur felek,
hey gidi kahpe devran hey",
der…