Bize okullarda anlatılıyorsa da çok dinlemediğimiz bir şey var. Akdeniz iklimi dediğimiz şey, yazları kurak kışları yağışlı tamam ama yazları da yangınlıdır.

Doğası ona göre şekillenmiş, evrimi ona göre gerçekleşmiştir. Tüm dağları saran kızılçamlar, yeni fideler vermek için yangınları bekler. Ege dağlarının hijyenidir yangın. İzmir’de incisi olduğu Ege’den farklı kalmaz, bizim tarihimiz yangınlarla iç içedir. Kurak geçen yazın sonu yangındır. Bunu herkes bilir. Ya da bildiğini düşünüyoruz.

Dediğim gibi İzmir’de eylül başında hep yangınlar çıkarmış zaten. Zira özellikle şehrin göbeğindeki yaklaşık 20 bin kişilik Ermeni milletinin mutfağının en muhteşem şeyi olan “patlıcan közleme”, veya yörüklerin “domates konserveleri” veya selanik macilerinin “ajvar’ları” hep bu aylarda yapılır. Tabi bir sürü ocağın yandığı bu şehirde, tüm yazın kuraklığı altında kuruyan tahtalar bir kıvılcıma hazır hale gelirlermiş, tüm bir mahalleyi yakacak şekilde. Hatta yine böyle bir yaz gününde, 1845’te Ermeni Mahallesi menşeili bir yangın neticesinde şehir küle dönüşür. Abdülmecit, Osmanlı hazinesinden belki de tarihte İzmir’in Osmanlı’ya vermediği parayı gönderir ve üç katlı, taşlarının arasına tahta konularak depreme de dayanıklı binalar yaptırır. Bu taşlarının arasına tahta koyma işi depreme karşı şehri korusa da bir sonraki büyük yangında evlerin yıkılmasına neden olacaktır.

Şehir böyle yangına teşneyken, İzmir’deki büyük firmalar, han sahipleri sigorta şirketlerine giderek şirketlerini yangına karşı sigortalatır. İzmir’de neredeyse tüm şirketleri sigortalayan sigorta firmaları, primlerini korumak için bir yangın teşkilatı tesis ederler. Kaledeki Yusuf Dede mevkiisine de İzmir’in ilk itfaiye kulesi yaptırılır.

Macar amiri Paul Grosgoviç ile birlikte mucizeler yaratır İzmir itfaiyesi ve hatta “vapuraki” denilen buhar gücü ile çalışan tulumbalar ile bazı araçların öncülü bile olurlar.

9 Eylül günü geldiğinde şehir alt üsttür. Yunan ordusu ve onların işbirlikçisi İzmirsizler şehri çoktan terk etmişlerdir. Geriye Anadolu’dan İzmir’e mülteci olan Rumlar ile şehrin yerlisi Müslümanlar, Ermeniler ve Levantenler kalmıştır. İzmir’e vali atanan Nurettin Paşa itfaiye teşkilatını da lağvetmiştir.

Ve 13 Eylül gelir, rüzgârın yaprak kıpırdatmadığı o gün yangın tıpkı orman yangınları gibi aynı anda birkaç yerden başlar. Dokuz gün sürecek yangında bu yaz tanık olduğumuz sahneler yaşanır, ateşler şehri deniz ile kendisi arasında sıkıştırır. İtalyan Koleji gibi, söndürülmek istenen yerlerin gayet güzel söndürüldüğü, bazı yerlerde söndürmeye gelenlerin üzerine ateş açıldığı 9 gün yaşanır. 9 gün sonunda şehir on binden fazla evladını kaybeder.

İnsanlar yangını kimin çıkarttığı konusunda bir kör dövüşü yaptıklarından, yangını kimin söndürmediğini pek konuşmak istemiyorlar. Onlar kibirli şekilde İzmirlileri tüm bu felaketin, savaşın, kanın sorumlusuymuş gibi addedildikleri için bu ölen on binlerce İzmirliyi anmıyor.

Şimdi yangından yüz sene sonra, yine son yılların en kurak yazlarından birinde, yine bir ısı fırtınasında her yerinde yangın çıkıyor İzmir’in. İzmir’in doğası, canlıları, eskiyi bilenleri buna hazırken belli ki bizi yönetenler pek hazır değil. Yangının yayılmaması için, yangınların can ve malları yok etmemesi için, görünür bir doğa afeti için alarm duruma geçmemişler. Yangının bir nedenden dolayı, kötü niyetli kişiler tarafından yakıldığını söylemek belki de bu ataleti getiriyor. Oysa yangın mevsimine daha iyi hazırlanabilir İzmir şehri. Geçmişte yaptık, yine yapabiliriz. Sadece yangın mevsiminden önce çöpleri toplamamız, kuru otları budamamız ve gelecek ısı akımına hazır olmamız gerek. Atla deve değil, sadece biraz bilimi, İzmir’i dinlemeliyiz. Bir daha aynı acıları yaşamamak, evlerimizi, sevdiklerimizi kaybetmemek için.