Türkiye’de uzun zamandır farklı başlıklarda sayaçlar tutuluyor. Kadın cinayetleri, iş cinayetleri gibi başlıklarda yaşamlarını yitiren insanların kaydı tutuluyor bu sayaçlarda… Hepsi önlenebilir ölümlerle aramızdan ayrılan farklı insanlar, bir toplumsal yarılmanın kaygı olarak düşüyorlar sayaçlar. Bu sayaçlara yoksulluk nedeniyle intiharların da eklenmesi gerekli belki de… Bunca derinleşmiş bir yıkımı başka nasıl ifade ederiz bilemiyorum, 2’şer, 3’er sayılarla canına kıyan, bunun yanında eşlerini öldüren, çocuklarına kıyan insanların kasılmış bedenleri zamanın gürültüsü içinde sessizce kayboluyor.
İşte yine önlenebilir nedenlerle ölüyor insanlarımız. İşsizlik, çaresizlik, borç yükü, sosyal baskılar altında ezilerek, yaşam bit yük haline geliyor bu çağın çirkin düzeni içinde. Düzenin çirkinliği içinde biriken büyük adaletsizlikten geliyor en çok. Ülkenin sonsuz kaynaklarına bir zümre tarafından el koyulurken, geriye kalan milyonlarca insana sadece “sosyal yardım” alanı kalıyor. Aslında çok basit bir süreç işliyor, yaşam son derece pahalı, işsizlik çok olası, bir önceki kuşağın birer maaş ile elde ettiği basit yaşamsal edimler, yıla, yıllara yayılan borçlanma batağına itiyor. İşsizken çaresiz, çalıştıkça borçlu bir yaşama biçimi ortaya çıkıyor. Bir haftalık tatilin borcu için 4 ay tasarruf etmek zorunda kalan, telefon, beyaz eşya gibi gerekli ev aletleri için bile sürekli borçlanan insanların ülkesi burası… Bankaların, şirketlerin sınırsız kaynakları içinde icralar, bozdurulan bilezikler, elden çıkan üç beş kuruş biriktirilmişler… Neoliberal sömürge sistemi bununla ikame oluyor işte.
Düşük ücret, yüksek borç, işsizlerin çalışanlara baskısı, yoksulların sosyal yardımlarla kontrolü, dinselleştirme, gericileştirme ve halkları birbirine düşman ederek, yapay gündemler kurma. Tüm dünyada bu iktidar yapısı böyle işliyor. Böyle sürüyor son demine gelen kapitalizm. Böyle yürüyor işler, şirketlerin bilançolarında. Karlılık böyle artıyor. Dünyanın zayıflarının daha zayıf olduğu, güçlülerinin de daha güçlü olduğu bir çirkinliğin içindeyiz, Türkiye’de tam bu zeminde bir zümrenin bir halka bedel ödettiği yerdeyiz.
Uzun zamandır krizden söz ediliyor. Uzun zamandır döviz kurlarından, batan şirketlerden, kapanan dükkanlardan söz ediliyor. Aslında kriz ekonomik değil, bir paylaşım krizi. Bir bölüşme sorunu yaşanan… Üretilen değeri, kentlerin ve tarım alanlarının, turizmin yarattığı kaynakları sürekli olarak aynı “havuza” akıtan sistemde sorun. Krizde olan ülkenin haksız tüketici vergilerine, sabit gelirliden kesilen vergilere dayanan yoksullaştırma sistemi… Bu sistem artık doygunluğa ulaştığı noktada, öldürücü bir hal aldı. Toplumun zayıf kesimlerini önce iyice zayıflatacak biçimde eğitimden, örgütlülükten ve söz hakkında mahrum bırakıp sosyal olarak öldüren, sonrasında ekmeğini, suyunu sağlayamaz hale geldiğinde ise biyolojik olarak öldüren bir çark bu.
Her gün birer ikişer intihara üzülmekten öte yeni bir düzen talep etmeliyiz. Nasıl kadın cinayetleri politik bir durumsa, yoksul intiharları da bir o kadar politiktir. Toplumsal bölüşümün, yapıların ve bizatihi iktidar biçiminin politik bir sonucudur.
İntihar haberlerine kulaklarını tıkayan, ölümlerden ölüm beğenmeyen kibre ve güç budalalığına düşmüş bir zevatın gaddar kelimeleriyle karşılaşmak işten bile değil. Onların derdi pay aldıkları bu düzenin bütünüyle devam etmesi, bunun için ne ölüleri ne dirileri dert etmeyecekler. Kriz derinleştikçe, sosyal yarılma daha da büyüyecek, insanlar zorlandıkça şiddet artacak, şiddetin her zaman ilk muhatabı çocuklar ve kadınlar olacak…
Bu sarmalı bozmayı, yeniden üreten, hakça paylaşan, adaleti ve onuru odağına alan bir yaşamı konuşmaya başlamak gerek.