Şu Fırat’ın suyu akar serindir!” diye bağırıyor adını bilmediğim sanatçı. Ağıtı kendi kendime, içimden söylerken lanet fabrika saati, geldi çattı.
Bok gibi bir gün gerçekten. Can, Aysun’a yazılıyormuş. Benim ne farkım var sanki Aysun’dan. Tamam, kabul. Aysun daha alımlı, daha güzel. Kalçaları kocaman, en önemlisi memeleri var. Benimle arasında çok da büyük fark yok aslında. Taş çatlasın iki yaş büyüktür. Ben belki büyümek istemedim. Hem geç büyümek daha iyi değil mi? Can, ahhh Cannn. Can bizim vardiya amirimiz. Bu yaşıma kadar kimse onun gibi sevmedi beni. Annem kızıyor bana; ağzım daha süt kokuyormuş, makinelerin üstüne ismini karaladım diye patron kızmışmış. Ne aşkıymış, ben daha çocukmuşum da falan falan. İyi de benim nerem çocuk yahu? Tamam, daha memem yok, belki çıkmayı unuttu, belki işi var, belki sıraya koyuyorlar bu işi. Bo yum kısa belki ama iyi de herkes uzun olmak zorunda mı sanki? Âdet diye bir şey varmış, kızlar genelde olurmuş büyüyünce, benimki biraz gecikti. Bence bu da küçük olduğumu kanıtlayan yeterli bir gerekçe değil. Hem doktora da götürdüler zaten sırf sorun mu var diye bilmek için, garip bir masaya yatırdı beni doktor içeriye baktı. “Bir sorun yok, götürün bir haftaya kalmaz âdet görür.” dedi. Büyümüşüm işte. Doktor bile, arada gecikir, dedi. Koskoca doktor yalan söyleyecek değil ya. Hadi her şeyi geçtim, madem çocuğum, koca fabrikada koca koca insanlar içinde nasıl çalışıyorum? Evet, boyum kısa belki, belki altıma teneke alarak yetişiyorum makinelerin boyuna ama neticede o fabrikada ben de varım. Hem Can ahhhh Can, saçımı okşarken de hiç çocuk gibi davranmıyor bana. En zor işleri bana veriyor. “Bıcırık, hadi bakalım, makine sende, hata istemiyorum.” diyor her defasında. Ahhhhh ne de güzel diyor. Annem dâhil kimse onun gibi dokunmadı saçıma. Saçma sapan iki çizgi arasında kaldım işte. Çocuk olduğumu söyledikleri için maaşımı annem alıyor mesela, bana harçlık veriyor. Çok utanç verici. Ama büyükler gibi mesailere kalıyorum. Evet, ilk işe girerken ben de çocuğum nasılsa, gece vardiyası olunca bir köşede uyur canım isteyince çalışırım, zannetmiştim. Oysa tuvalete bile izin almadan gidemedim. Ne hafta sonları, çocuksun sen, gelme diyorlar ne mesailerde es geçiyorlar. Aşka gelince çocukmuşum ben! Geçen gün mesela, maaşlar verilmiyor diye herkes toplandı, makineleri kapatacağız diye. Tabii ben başı çekiyorum, sırf Can görsün diye. Toplandık herkes tamam dedi, kapadık makineleri. Yasal değilmiş! O da neyse? Maaş alamıyoruz yahu, ne yapalım? Beni çekti müdürler odaya, bak sen daha çocuksun, polise adını verirsek seni içeri atarlar, gel sen vazgeç, bu işlere bulaşma. Hapis mi yatmak istiyorsun falan da falan... Eeee, malum çocukluktan değil, korku falan da değil elbet ama annem orada posta başım, benim yüzümden başı yanmasın diye tamam dedim. Kazasız belasız atlattık o günü, tabii maaş alamadan. Patron darboğazdayız, idare edin deyince hepimiz üzüldük bir taraftan, hatta aramızda maaş almadan çalışalım diyenlerimiz oldu. Sabah eve gidince babam, sen çocuksun, seni polise verseler onlar suçlu olurdu, çocuk işçi çalıştırdığı için deyince hafif kullanılmış hissettim kendimi ama ben çocuk değildim. Babam yanlış biliyordu, çocuksam niye okulda değildim? Boyumun üç katı makinelerin arasında işim neydi? Malum babam işsiz ya kesin bunaldı, ondan kafası karıştı. Bugün mesai saatimizi otuz altı saat yapmış göt herifler, daha dün bana çocuk diyorlardı. Hadi onlar kodaman patron, annemler de her şeye gelince çocuksun diyor ama mesai parası işin içine girince boyum, yaşım uzuyor bir anda. “Aman kardeşlerim okuyacakmış, aman ne yapsınlarmış” Etek boyum kısalınca çocuk olup dayak yiyen ben, mesai saatim uzayınca tatlış, sevilesi oluyorum. Neyse ki bu gece mesailerinde Gülnaz da benimle kalacak. Fabrikaya aynı dönemde giren dört arkadaşı aynı vardiyaya yazmışlar. Aysun, ben, Rambo Sibel, Gülnaz. Valla ne yalan söyleyeyim, en çok Gülnaz’ı seviyorum ben. Biraz bana benziyor; kısa boylu, saçları belinde, yemyeşil gözleri var. Sanırsın orman düşmüş gözüne. Ne zaman bu kadar uzun mesai yapsak mola saatimiz olmayınca sırf onunla konuşmak için makinenin bir ayarını bozup onu çağırırım. Bozarım dediysem öyle boyumdan büyük arıza değil elbet. Boyum da çok büyük olmadığı için kafalar karışabilir ama bunun suçlusu elbette ben değilim. Mesai saatlerimiz çok uzun olsa da mola saatlerimiz tıpkı benim yaşım gibi işlerine geldikçe arttırılan gerekirse yok sayılan bir şey işte. Gülnaz’la yan yana makinelerde olduğumuz için mola saatleri çok sorun olmuyor. Tuvalete diye izin alıp Amerikan usulü tuvaletin kapağını kapatıp kestiriyoruz biraz. Onlara kalsa şu hani benden büyük kadınların ayda bir olduğu hastalıkta bile tuvalete bi’ ton küfür bi’ ton hakaretle izin veriyorlar. O gıcık ustabaşı Süleyman ne kadar küfrederse etsin, hiçbirimizin umurunda falan değil gerçi. Kendi gibi göt devirip yatmıyoruz biz. Dokuma tezgâhlarımız bizi üçe katlar hatta üstümüze oturur, buna rağmen o makineden diğerine koşturuyoruz. Bu kadarcık yalan da oluversin. Desem de o gıcık Aysun’la aynı makine sırasında olsam bu kadar rahat olamazdım. Gülnaz sağ olsun, yaşı biraz benden büyük olduğu için arada idare ediyor beni. Önce mesai saatimiz başlar başlamaz, ne kadar yattık diye bizi takip etmek için çıkardıkları üretim kâğıtlarına adımızı yazıyoruz. Sonra vardiyadan kalan eksik şeyleri belirliyoruz tek tek. Karşı tarafımızda çalışan Gıcık Aysun not aldığı kâğıdı kaptığı gibi vardiya amirine gidiyor. Süleyman’a değil tabii Can’a götürüp şikâyet ediyor diğer vardiyadaki arkadaşları. Bunu görünce iyi ki Gülnaz yanımda, diye geçirdim içimden. Teslim töreni bitince ninem gibi çalışan dokuma tezgâhlarının başında sohbete başlıyoruz Gülnaz’la
Devamı gelecek...