Uzun yıllar sonra günlüğümü okudum. Yine bir otuz altı saatlik mesai öncesi. O günden sonra ilk defa yazacağım. Yazdım sildim, yazdım sildim.

Bunu kaç kez tekrarladım bilmiyorum ama yazdıklarımı silmeyi sevmiyorum, bunu biliyorum. Adımlarımı saydım bugün, bir makineden diğer makineye dakikada tam doksan dört adım attım. Bin kez sustum, bin kez yoruldum ama bin kez toparladım. Attığım düğümler ellerimi yıpratmış, onu gördüm. İnsan kaç düğüm atar, kaç düğümü çözer bunun ikileminden çıkamadım, yine yarı yolda kaldım ama yine kalktım, devam ettim. Büyüdüm, çok büyüdüm. Konuşmadığım iş arkadaşıma işçi-işveren ilişkisini anlattım. Sömürü düzenini, âdet günlerimizde uygulanan tuvalete gitmeme cezasını, edilen küfürlerle yaşatılan dolaylı şiddeti...

İçimden yani, ben o günden sonra hep içimden anlatırım çünkü anlatmak güç, susmak kolay. Daha çok susmak için teker teker çıktım merdivenleri, yine bir âdet günü, yine mesai saati, merdiveni otuz altı saate doğru dayamış. Yine uyku göz kapaklarımı zorluyor, yine nöbetleşe tuvalete kaçıp beş dakika uyku molası zamanı gelmiş ve yine Gülnaz yok. Evet, gün bitmiş yine, yine sabah olacak, yine usta gelecek, “Son dört saat kızlar, işini kaybetmek isteyen hayır deyip siktir olup gitsin!” diyecek. Göz göze geleceğim yine Gülnaz’la. Ne zaman mesai bu kadar uzasa Gülnaz eski anılarımın kapısını aralayıp giriverir içeri.

Bizimle aynı dönemde işe giren, gülen kadın Gülnaz. Gönlü değil ama gözü kara. Her mesai saatlerine itiraza gittiğimizde “Aman benim günüm az, siz düşünün.” deyip kahkahayı basan kadın. Fabrikada eylem yaptığımız günün sabahı Aysun geldi yanıma, ilk defa sarıldım Aysun’a, ilk defa o gün büyüdüm ben. Gerçekten biliyor muydu günü az diye? Ya da biz biliyor muyuz zamanın kısalığını? Oysa zamanımız olsaydı severek sevişmek ne kadar güzeldir değil mi? Ne kadar acı “öldü” kelimesi. İşten çıkamadı Gülnaz, okula da gidemedi. Evlendi, çocuğu oldu, fabrika yetmezmiş gibi evde de siyah makine boyasının rengine büründü yüzü. Ailesi, kefenle çıkarsın ancak, dedi. Gülnaz direndi. Uzun mesai saatlerinden eve gidemeyen, gitse de gün yüzü göremeyen Gülnaz âşık oldu sonra, gönlünü kaptırdı otuz altı saatleri çekilir kılan mesai arkadaşına. Şu yanından geçtiğim makinenin her yerinde izleri var; makinenin tabelasına jiletle kazıdığı şiirleri, makineye ayağını kaptırdığı zaman attığı çığlıkları, o kazadan sonra göstermelik alınan sözde güvenlik önlemleri... Eski üretim kâğıtlarındaki ismi, sadece orada kalan ismi… Mesai zamanları sıkılarak dinlediğim bu cümleleri yüreğimin tozlu merdivenlerinden çıkardım yine. Hiçbir şey değişmedi aslında. Hâlâ maaşları alamıyoruz, ikramiyelerimiz kesildi hatta.

Artık makineyi bırakıp tuvalete kaçacak arkadaşım yok yan tezgâhta, zaten kartlı sisteme geçtiler. Yine iş kazaları oluyor, yine yarım kalıyor makineye kaptırılan parmaklar. Yine çocuklar büyümek için acele ediyor benim gibi. Birileri büyüyor, birileri ölüyor diğer tarafta. Sevdiğini söyleyemeden, sevildiğini anlayacak kadar zamanı olmadan bu kadar sade, basit bir kelimeyle bu hayattan ayrılıyorlar. Doğum sancısı gibi bir şey, her gün hayata dair yeni bir şeyi rahminin orta yerinden doğuran kadınlar bir gün bu kadar sade bir kelimeyle yok oluyoruz. Tıpkı Gülnaz gibi. Fabrikada eylem yaptığımız günün sabahı, Gülnaz’ın işe gelmediği günün ertesi, “Kestim kara saçlarımı” dediği günden bir gün sonra, Aysun’la ilk defa sarıldığım gün. Gülnaz, iki odalı evinin ortasında asmış kendini. Ardında bir not bırakarak gitti Gülnaz. Gülnaz gitti ben çok fazla büyüdüm. Keşke ben hiç büyümeseydim…

“Soyundum sevişme sonrası arınmalara
Belki bu son çığlık atışım, belki son yıkanışım
Siz hiç ince uzun sevgiyle dokunulmasını istediğiniz saçınızdan astınız
mı kendinizi?
Son çıplaklığım bu, vücut ısım olması gerekenin dibinde
Üşüdüm anne.”