Bu hafta güzel bir şeyler kaleme almak için oturduğum masanın başında, güzel şeylerin çok eskilerde kaldığı gerçeğiyle yüzleşmenin derin hüznünü yaşıyor insan.
Bizi kollarıyla boğan hüznün etrafından sokağa atıyorum kendimi. Gündemimizin bu kadar hızlı değiştiği, duygularımızın yok olacak seviyeye geldiği, vurdumduymazlığın dibine vurduğumuz en arsız dönemden sesleniyorum. Sesime ses verin lütfen.
Elbette yine bir acı haberle sınandık. “Takdir-i İlahiden” tutun, “Bu da bizim sınavımız, Rabbim sevdiklerini sınar" gibi kurulması gereken tüm cümleleri kurup bu sınavı metanetle karşılayan herkese cennetle müjdeleneceklerine dair telkinleri alıp bir duvardan diğerine fırlatıp geri dönmesini bekledim. Duvara vurduğum tüm cümleler geri dönüp bir bir çarptı yüzüme.
Benim hatırladığım en yakın tarihten başlayarak yazarsam, 17 Ağustos depreminde resmi rakamlara göre 17 bin 480 kişi hayatını kaybetti. Van depreminde 600’den fazla insanımızı kaybettik. Soma maden faciasında 301 madenci hayatını kaybetti. Elazığ ve İzmir depreminde ortalama 116 kişi hayatını kaybetti. 6 Şubat depreminde 50 binden fazla kişi hayatını kaybetti. Pandemi süreci, orman yangınları, sel felaketi derken liste uzayıp gidiyor.
Ne kadar acıdır ki ölen insanların kimisi sayı olarak yerini alırken, kimisi "ortalama 50 bin, 20 bin civarı" diye kurduğumuz cümlelerin ortalaması ve "civarı" kelimesi arasında yitip gidiyor. Bu hayatta onca çaba harcayıp sayı bile olamamak diye bir şey varsa, o sanırım sadece bizim ülkeye özel bir durum.
Ne kötüdür ki bunca toplu ölümlerin yaşandığı ve sorunların sebebinin insana bağlı olduğu birçok olayın sonucunda yaptığımız ve yapmaktan vazgeçmediğimiz tek şey, çok çabuk unutmak. Hani elimizden gelse kendimizi unutacağız da malum pek severiz kendimizi. Ya da kendimizi sevmediğimizdendir bu kadar vurdumduymaz oluşumuz.
Bu hafta Bolu Kartalkaya’da bir otelde yaşanan yangında ortalama ‘78 kişi hayatını kaybetti.’ Kaybettiğimiz insanların içinde çocukların da bulunduğu bu acı olay sonrası bir gün yas ilan edildi. Birkaç gün konuşuldu, bir miktar ağlandı ve sonra çekildik kapısı kendine açılan balkonlarımıza. Biz her ölüm sonrası hep kendi balkonlarımıza çekilip, hep kendi telaşımıza düştük, düşeceğiz. Yarın sadece "sayı, ortalama ve civarı" arasında iz bırakacağımız bu hayatta, adımız ve bedenimizin dahi bulunmadığı bir senaryoda yaşama çabası güdüp, üstüne bunca zorluğa rağmen yaşamayı başarıp hâlâ gülebiliyoruz.
Tüm bu toplumsal trajedilerden sonra çayını yudumlayıp rutin hayatına dönen toplum (bizler) beni korkutuyor. Ya freni patlamış yokuş aşağı giden bir aracın sonunu yaşayacağız ya da "ben oldum" diyen üst düzey yetkililerin sonunu göreceğiz. Her şeye yetkileri olan ama sorumlulukları olmayanlar, istifa etmeyi geçtim, bu kadar insanın hayatını kaybettiği bir durumda hâlâ "ben hata yapmadım" yarışına girenler, “bilmem kaç kişiyi kurtaran adam” diye alta müzik basıp haber yapanlar, demeç verenler, utanmayanlar, unutanlar hepimizi hangi dünyaya koysam kabul etmez. Kabacası ölsek toprak kabul etmez, yaşasak yerimiz dar.
Hayat kısa, kuşlar bile utancından öldü…