Büyük, çok büyük bir kentte yaşamayı küçüklüğümden beni istemişimdir hep. Belki o yüzden, New York’un fotoğraflarını ne zaman ve nerede gördüysem uzun uzun bakmış, orada yaşamanın nasıl bir şey olduğunu merak etmişimdir.
Gel zaman git zaman New York’a gitmek nasip oldu. Manhattan caddelerinde iki koca gün turladım, Central Park’ta dolaştım, Empire State binasının 86. katına çıkıp kentin her yerini oradan seyrettim. Times Meydanı’nda insanları gözledim. Yirmi dört saat uyumayan o kentte yaşama arzum bugün için de geçerlidir; hassaten bilmenizi isterim.
27 Aralık akşamı Devlet Tiyatrosu’nun Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi’nde Neil Simon’ın yazdığı, dilimize Cemil Büyükutku tarafından çevrilen ve yönetmenliğini Y. Evren Sertel’in yaptığı İkinci Caddenin Mahkûmu adlı oyunu izledik. Mel rolünde Ali Ulvi Hünkâr, Edna rolünde Dilek Çetiner Demir vardı. Ayrıca Sedat Şenoğlu Hary, Gizem Türker Pauline, Gürşen Eren Jassie, Derya Kara Erk Pearl, Maya Tuğçe Us TV Sunucusu ve Özlem Sağlam Spiker rollerini canlandırdılar.
Oyunun tanıtım broşüründe şunlar yazıyordu: “Oyunda tipik bir Amerikan orta sınıf ailesi olan Mel ve Edna’nın trajikomik öyküsü anlatılır. Amerikan buhranının ortaya çıktığı yıllarda geçen oyunda Mel ve Edna’nın, Amerikan kapitalizminin ve maddeci değerlerinin ironik sembolü olarak karşımıza çıkan İkinci Cadde’deki evlerinde birer mahkûma dönüşmelerine tanıklık ederiz. İkinci Cadde’deki evlerinde pek çok şeyden şikâyet etseler de evlerini bir türlü terk edemezler. New York’ta sinir krizinin eşiğinde gezinen Mel ile karısı Edna’nın; gürültücü komşular, umursamaz doktorlar, cam açtırmayan trafik ve hava kirliliğiyle boğuşma halinde geçen ‘modern hayat’larını mizahi bir dille anlatan İkinci Caddenin Mahkûmlarında, yaşamı kolaylaştırmak üzere geliştirilen kimi teknolojilerin zaman zaman hayatı nasıl da zorlaştırdığının altı çizilir.”
Şu son cümledeki yargıya katılıyorum; doğrudur, hayatımızı kolaylaştırmak için yapılan çalışmaların ve elde edilen sonuçların birçok kez tersine döndüğü, hayatı iyice çekilmez kıldığı birçoğumuzun bildiği bir şeydir. Ama New York gibi; Paris, Londra, Berlin gibi büyük kentlerde yaşamanın tarifi yalnız bunlar olamaz. Sözgelimi New York’ta yaşamak demek; evet, sürekli bir hareket demektir, sürekli bir koşuşturma demektir, hiç durmayan trafik demektir, caddelerde yüz binlerce insan yüzü görmek demektir. Fakat benim için aynı zamanda “büyük düşünmek” demektir. Sanatta, kültürde, ekonomide, siyasette ve hayatın hemen her alanında Dünya’nın geri kalanından farklı düşünmek ve bilgiye ilk elden ulaşıp kullanmak demektir. 5. Caddenin köşesinde Paul Auster’la ya da Philip Roth’la veya Charles Bukowski’yle, dahası Woody Allen’la karşılaşma ihtimali de cabası… “İnsan sarayda başka, kulübede başka düşünür” demiyor muyuz? Ya da “Saban sürenle traktör kullanan aynı düşünemez” diye eklemiyor muyuz? Seçim sizin. Size bir gün New York’tan kart atarsam hiç şaşırmayın, tamam mı?