İzmir’de yaşadığımız 30 Ekim depremi Batılı kaynaklara göre 7 şiddetindeydi. Yüzden fazla ölü ve binden fazla yaralı çok üzücü.
Teknik olarak bakarsak, inşaatlar projesine göre yapılsa daha az yapısal hasar olacaktı. Projesine göre inşaat demek, gösterilen yerde kolon, kiriş, merdiven gibi imalatları yapmak demektir. Tabii ki bu imalat sırasında kullanılan inşaat demiri projede tanımlanan inşaat demiri niteliğinde olacak ve çizimlerde gösterildiği nitelikte şekilde döşenecektir. Beton da projede tanımlanan nitelikte olacaktır, çimento, çakıl ve kumun niteliği ve oranı da proje ve standartlardakine uygun olacaktır.
Bilen kişiler için iş çok basittir. İş bilmeyenler ve ‘hırsızlar’ için ise işçilik projedeki gibi olmaz, demir eksik konur ve beton için daha az çimento ile kullanılmaması gereken kum çakıl kullanılır, örneğin deniz kumu gibi. Bina inşaatlarının bir özelliği vardır; bina yaparken yıkılmaz ise daha sonra da yıkılmaz, ta ki bir depreme kadar. Depremin verdiği de bir yanal etkidir.
O zaman inşaatlar eldeki malzemenin niteliği dikkate alınarak nasıl projelendiriliyorsa öyle yapılmalı. Ayasofya, hala ayakta ise, Mimar Sinan’ın eserlerine buğun hala hayranlıkla bakabiliyorsak nedeni budur. Dünyada da birçok örneği var. Milattan öncesine gidersek, Mezopotamya’da kral Hammurabi proje yanlışlığı, işçilik ve malzeme kusuru için ceza hükümlerini kanun olarak koydu: Hammurabi Kanunları 282 madde. İlgili maddeler şöyle:
Madde 229. Bir inşaatçı her hangi bir kişi için bir bina inşa eder ve bu binayı uygun bir şekilde yapmazsa ve onun inşa ettiği bina yıkılıp sahibini öldürürse inşaatı yapan öldürülür.
Madde 230. Eğer bina ev sahibinin oğlunu öldürürse inşaatı yapanın da oğlu öldürülür.
Madde 231. Bina sahibinin kölesini öldürürse evin sahibine köle için bir köle ödeme yapar.
Madde 232. Binanın bir kısmı harap olursa harap olan kısmın tümünü tazmin eder ve inşa ettiği binayı düzgün bir şekilde inşa edinceye dek kendi imkânlarıyla evi yeniden inşa eder.
Madde 233. Bir kişi başkası için bina yapıyorsa, bina henüz tamamlanmamış olsa bile, duvarı devrilmişse inşaatı yapan kişi kendi imkânlarıyla duvarı daha sağlam bir şekilde yapmalıdır.
Bu kanunlar Mezopotamya’dan bizim topraklarımız üzerinden Avrupa’ya ulaştı. Onlar da Selçuklular, Osmanlılar gibi muhteşem eserler verdiler. Gel gelelim 1950’lerden sonra yaygınlaşan popülist siyaset ile kaçak yapılaşmaya sahip çıkıldı. Mağduru oynayan halkımıza kanat geren silahlı mafya ile kol kola giren siyasi partiler hem parasal ranttan hem de oy rantından yararlandılar. Ortaya çıkan yozlaşmanın zirve yaptığı tarih 17 Ağustos 1999’daki Marmara depremidir.
17 bin 480 kişinin öldüğü, 23 bin 781 kişinin yararlandığı, 285 bin 211 konutun hasar gördüğü depremde, sorumluların saptanması için 2 bin 100 dava açıldı. Bin 800 dava yasalardaki boşluklar nedeniyle cezasız sonuçlandı. Kalan 3200 davadan 110’unda ceza verildi, cezanın uygulanması sürekli ertelendi. Kalan 190 dava da 16 Şubat 2007’de zaman aşımına uğradı. Yani ölen öldüğüyle kaldı.
Bu durum gösteriyor ki, bugünün Anadolu insanı ne Hammurabi’nin güvenli yapısıyla ne de hırsız müteahhide yaptırımla ilgili. Bulduğu yere yapabildiğini yapsın, yaptırsın, başına bir şey gelirse zaten duygusal insanımız hemen yardımına koşuyor.
Deprem kimseyi öldürmüyor, niteliksiz yapı öldürüyor.
İşin üzücü yanı gencecik ölen anneler, babalar, çocuklar, bebekler… Gidenler geri gelmiyor.
İnşaattan üç kuruş çalmayı marifet sayanlar, gün geliyor kendi çocuklarını torunlarını o yapılarda yitiriyor. Bu memleket bizim, bu insanlar da bizim.
Onların yaşam güvenliğini sağlayacak düzenlemeleri yapmak da devleti yönetenlerin görevi…