Evliya Çelebi’nin gözleri, İzmir’i gördüğü anda bir ressamın fırçasından taşan renkler gibi büyür; biz de onun gözbebeklerine yansıyan bu eşsiz tabloya hayranlıkla bakıyoruz.

Bu tablo öyle bir resim ki; kadife bir örtü gibi denizden dağa uzanıyor, baharat kokularıyla burunlarımızı, insan sesleriyle ruhlarımızı sarıyor. 17. yüzyıl İzmir’ini Çelebi’nin kaleminden okuyup hayal etmeye çalışırken, onun bir ressam gibi ince ince işlediği detaylar arasında gezinmekteyiz

Bu şehre, Bergama tarafından girer Evliya Çelebi. Yol boyunca gördüğü her taş, her ağaç onun için konuşan birer hikâye gibidir. Kadife Kale’nin heybetli silueti Körfez’in sularında yankılanırken, İzmir’in kalabalık sokaklarına karışır. İnsanlar eğlenceye düşkün, bir o kadar da hayatın yükünü hafifleten neşeli bir umursamazlık içinde. Çelebi bu insanları, “yaşama sevinci dolu bir halk” olarak tanımlar ve onların sıcak gülümsemelerinden İzmir’in ruhunu anlamaya çalışır.

Foça’nın tuz deryası, Halkapınar’ın tılsımlı balıklı gölü, Kadife Kale’nin içinden yükselen ve yakıldığında zehirli dumanlar çıkaran o tuhaf ağacı… Her biri gerçek ile hayal dünyasının sınırında salınan hikâyeler. Sığacık’taki Karagöl’ün karanlık sularını seyrederken, Kadife Kale’de burcun dışında kalan kraliçenin bizzat kendi eliyle diktiği ağacın gölgesinde dinlenir. Urla’da, devasa bir asma ağacının gölgesine sığınır; her bir yaprağının ardında hayatın bambaşka bir ritmi vardır. Çeşme’den baktığı Sakız Adası’nın güzelliği karşısında büyülenir; bu güzellik, denizin bir kadının narin dokunuşu gibi İzmir kıyılarına nasıl ulaştığını düşünmesine neden olur. Çeşme’nin denizi, sanki cennetten bir akarsuyun yeryüzüne taşan ferahlığı; billur gibi berrak dalgaları, altın güneşin ışıklarıyla gümüş iplikler dokur.

Evliya Çelebi, İzmir’in meydanlarında yankılanan kahkahaları, pazar yerlerinde yankılanan sesleri ve baharat kokularını tasvir ederken, sanki bu şehrin bir kadın gibi konuştuğunu hissettirir. İzmir’in kokusu; tarçın, karanfil ve tuzlu bir deniz rüzgârının ince bir harmanı gibi gelir. Kadınlar, o dönemin zarif zarafetiyle pazar yerlerinde renk renk kumaşların, çömleklerin ve baharatların arasında gezinir. Çelebi, onların duruşlarındaki asaleti fark eder; bu şehir, sanki bu kadınların duyarlılığıyla yoğrulmuş gibidir.

Körfezdeki kadırgalar… Onların yelkenleri, İzmir’in gökyüzünü bir ressamın fırçasıyla dokuduğu gibi doldurur. Limanda yankılanan sesler, ticaretin telaşı ve denizcilerin türkülerine karışır. Çelebi, İzmir’i sadece bir ticaret şehri olarak değil, Akdeniz’in kozmopolit bir buluşma noktası olarak görür. Her milletten insan, bu şehirde bir araya gelir; her dil, İzmir’in sokaklarında yankılanır. 17. yüzyıl İzmir’i, yine naif bir kadın şehridir. Hayat dolu sokakları, denizin meltemle fısıldadığı şiirleriyle yaşayan masal gibi büyüleyici bir kadındır. Evliya Çelebi’nin kalemiyle, bu masalın içinde kaybolmak, Kaydefa Kraliçesi’nin efsaneleriyle, bu kadını dinlemek ve onun hikâyesini yüreğimizde hissetmek… İşte İzmir’in gerçek büyüsü burada saklı.

Evliya Çelebi’nin anlattığı büyüleyici İzmir’i adım adım yeniden yaşamak mümkünken, şehrin emini neden bu eşsiz kültür rotasını oluşturup herkesin keşfine sunmuyor?