Sanırım hepimizin içindeki gerilim artıyor. Kendimizi huzursuz, güvensiz ve kaygılı hissediyoruz. Her an kötü bir şey olacak duygusu içinde, tedirgin günler geçiriyoruz. İyi şeyler olacağına dair inancımızın verdiği huzur aklımıza bir anda gelen ve ‘ya olmazsa’ dedirten kötü senaryolarla bölünüyor. Her olayın arka planını anlamaya çalışıyor, endişelerimizi haklı gösteren ipuçları arayarak satır aralarına bakıyoruz. Birbirimize olan güvenimizi yitirmiş, kuşkulu, her an sinirlenmeye hazır kişiler olarak içimize kapanıyoruz.
Her birimiz hem kişisel yaşamlarımızdaki hem de toplumdaki zorlukların farkındayız. Ekonomide, siyasette, toplumsal yaşamda oluşan gerilimleri endişeyle takip ediyoruz. Siyaset kurumundaki gerilim hepimizin günlük yaşamlarını doğrudan etkiliyor. Siyasi iktidarın yarattığı baskının, korkunun, ötekileştirmenin derinleşmesinden duyduğumuz endişeyle gelecek günlerin kötü şeylere gebe olmasından kaygı duyuyoruz. Elbette tüm bu duygularımızın haklı nedenleri var. Yaşadıklarımız yaşamaktan kaygı duyduğumuz şeyleri çağrıştırıyor.
Siyaset kurumuna, siyasi liderlere duyulan güvensizlik bu olumsuz duyguları besliyor. Muhalefet partilerinin bizi bu cendereden kurtarmayı başarıp başaramayacaklarını sorguluyor, bazen umutlanıyor bazen ortaya çıkan bir anlaşmazlıktan ürküp “olmayacak galiba” diyerek karamsarlığa kapılıyor, içimize kapanıyoruz. Oysa bu duygulardan kurtulmanın, geleceği daha iyi kılmanın yolu içimize kapanmaktan değil kendimizi daha çok ifade etmekten geçiyor.
Birbirimizle daha çok konuşmaya, birbirimizi yeniden tanıyıp keşfetmeye ihtiyacımız var. İçimizde hissettiğimiz olumsuz duyguların sadece bizde olmadığını, toplumun neredeyse her kesiminin kendisiyle, ailesiyle, ülkesiyle ve geleceğiyle ilgili kaygıları olduğunu görmeliyiz. Başkalarının da bizimle aynı duygular içinde olduğunu görmek için birbirimizi dinlemeliyiz. Birisinin ilk adımı atmasını beklemeden, kendimizden farklı gördüğümüz herkesin bu ülkede yaşayan kişiler olduğunu unutmadan, her konuda hemfikir olmayı beklemeden ve farklılıklarımızdan vazgeçmeden birbirimizi dinlemeli ve anlamalıyız.
Bu ülke, bu topraklar her zaman büyük acıların yaşandığı yerler oldu. Herkes kendi acısını, kendi çektiğini, yenilen hakkını ve hukukunu bilse de bu durumun başkalarının başına da geldiğini çoğu kez görmezden geldi. Alıştığı kalıpların korunaklı alanında, sadece kendi gibi düşünenleri duyduğu sağır odalarında yaşadı. Oysa hiçbirimiz her konuda hem fikir değiliz. Ve hiçbirimiz savunduğumuz her konuda haklı da değiliz. Belki de konuşmaya, savunduğumuz şeylerde haksız olabileceğimizi, en azından eksikliklerimizin bulunduğunu ve acılar yaşayan tek kesimin içinde olduğumuzu var saydığımız kesim olmadığını kabul ederek başlamalıyız.
Siyasi kutuplaşmanın ve çatışmanın daha da derinleşeceği günlere yaklaşıyoruz. Ateşe odun taşımaya hazır olanlar elbette var olacak. Ve elbette kendi iktidar alanlarını korumak, elde ettikleri konumları kaybetmemek için her şeyi yakıp yıkmaya hazır olanlar da olacak. Ancak başkasının ne yapacağına bakmadan önce kendimize şunları sormalıyız: “Ben ateşe odun taşıyanlardan, kutuplaştıranlardan, kendimden başka kimseyi haklı görmeyenlerden mi olacağım? Hakkı, hukuku ve adaleti sadece benim gibi düşünüp yaşayanlar için mi isteyeceğim? Gösterilen her çabayı sadece eleştirip, hiçbir şey yapmadan sızlanmaya devam mı edeceğim?”
Güzel günler gelecek gelmesine ancak kendiliğinden gelmeyecek. Hepimizin çabasına, emeğine, iyi şeyler olması için iyi şeyler yapmasına ihtiyaç var. Belki de “Bir gün çaresiz kalırsanız, bir kurtarıcı beklemeyin. Kendiniz kurtarıcı olun” diyen Büyük Atatürk’ün sözlerini bir kez daha düşünüp anlama zamanı gelmiştir. Ve belki de içimizdeki bu olumsuz duygulardan, geleceğe dair karamsarlıktan kurtulmanın yolu öncelikle kurtarıcının kendimiz olduğunu bilmekten geçiyordur.