Aslında tartışmanın neden buralara geldiği ortada. Siyasi iktidar, artık ekonomik ve sosyal olarak hiçbir şey veremediği kendi kitlesinin bağlılığını sürdürebilmek için alabildiğine din sömürüsüne devam etmek zorunda.
Kendisince tanımladığı “dini değer” kavramını, yine kendisince oluşturup yönlendirdiği yargı sistemine, kendi işine geldiği gibi yorumlatmanın, inanç özgürlüğünün de ifade özgürlüğünün de sınırlarını evrensel hukuk ilkelerine göre değil kendi günlük ihtiyaçlarına göre çizmenin peşinde.
İnternette şeriat sistemini savunan bir kişiyle buna karşı olan başka bir kişi arasındaki “münazarada” dile getirilen, orta düzeyde din ve İslam tarihi bilgisine sahip birçok kişinin bildiği ve söyleyeceği sözlerden, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme ya da dini değerleri aşağılama suçu çıkarmayı başka türlü izah etmenin anlamı yok. O nedenle konuyu ceza hukuku zemininde tartışmanın, eylemin TCK anlamında suç teşkil edip etmediğini irdelemenin de anlamı yok. Çünkü konuya dâhil olup az çok hukuk bilen herkes biliyor ki ortada suç teşkil eden bir eylem yok ve TCK’nin 216 maddesi, konulduğu günden bu yana siyasi iktidarın günlük ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan bir aparat olmaktan öte bir anlam taşımıyor.Ancak yaşanan tartışma tümüyle faydasız değil. Yaşanan tartışma bize kimi şeyleri göstermesi ya da hatırlatması bakımından faydalı oldu denebilir.
Herşeyden önce hukukun üstünlüğüne ve yargı bağımsızlığına inancı olmayan bir adalet bakanımız olduğu gerçeğini bir kez daha gördük. Zira Adalet Bakanı, yargı bağımsızlığının teminatı olması gereken HSK’nin başkanı sıfatına da sahip olduğunu unutup, söylenen sözlerin “tahrik edici, çirkin ve provokatif ifadeler” olduğunu peşinen dile getirdi. Kendi kitlesinin yarattığı gürültüye kapılarak yazdığı sözlerin hukukla ve yargı bağımsızlığıyla ilgisinin olmadığını ve de yatırım için gelmeye nazlanan yabancı sermayeyi daha da nazlı hale getireceğini bir gün sonra fark etmiş olacak ki ertesi gün bir mesaj daha yayınladı. Bakan bu mesajında “Bu tür düşünce açıklamalarının suç olup olmadığını değerlendirecek olanın” savcılar ve mahkemeler olduğunu söyleme zarureti hissetti. Madem, eylemin suç olup olmadığını tanımlama görevi savcıların ve mahkemelerin, o halde bir gün önce yayınladığınız mesaja ne diyeceğiz? Siz eylemin suç olduğunu söyledikten sonra idari olarak size bağlı; disiplin, terfi ve atama yönünden başkanı olduğunuz HSK’nin iki dudağı arasındaki savcı ve hâkimler bunca laftan sonra “Ortada suç yok” diyebilecek mi?
İkinci fayda,temel hak ve özgürlükler ile bu özgürlüklerin güvencesi olacak bağımsız bir yargı sistemi olmayınca yaşanan her tartışmanın, açıklanan her görüşün karakolda biteceğinin ve “yumuşama ortamının”bu durumdan azade olmaya yetmediğini bize göstermesi oldu. Gerçi biz bu durumu 1 Mayıs ve sonrası tutuklama kararlarıyla da görmüştük ama aradan geçen zamanda unutmuş olanlar için bu hatırlatma faydalı oldu.
Bir diğer fayda, siyaset denilen alanın siyasi iktidarın çizdiği sınırlar içinde, onun yarattığı iklimle sınırlı olduğunun bir kez daha görülmesi oldu. Yaşanan tartışmada ifade özgürlüğü ile vicdan özgürlüğüne sahip çıkacak sözler söylemenin,“Dini hassasiyetleri rencide edeceği” düşüncesiyle sessiz kalınması olarak özetlenebilecek ve siyasete çizilen en kalın sınır karşısında, mümkün olmadığınıbir kez daha görmüş olduk. Bir kez daha siyasete çizilen “El âlem ne der” sınırının yarattığı ikirciğin özellikle “laiklik tartışmaları” bakımından halen geçerli olduğunu gördük.
Tüm bunların yanı sıra belki de en önemli fayda; halkın elindeki üç beş kuruşu hangi vergi düzenlemesi ile alacağının hesabını yapan, aldığımız nefesi bile vergilendirip kendi bozuk düzenini finanse etmeye çalışan siyasi iktidarın alabildiğince sürdürdüğü din sömürüsünün toplumun geniş kesimlerinin hiç umurunda olmadığının görülmesi oldu. Zira yaşanan tartışmada kimin haklı olduğu da kimin kimle kaç yaşında evlendiği de halkın açlık ve yoksulluk derdi karşısında anlamsız ve karşılıksız.