Tarihin ilk zamanlarından beri insanların başlarına gelen felaketlerle anılan topraklarda yaşıyoruz.

Platon’un tarif ettiği efsanevi şehir Atlantis’i yok eden depremin Ege kıyılarından hissedilmediğini düşünemeyiz. Allah ile insanlığın arası bozulduğunda ve Allah öfke ile dünyayı bir tufana saldığında, Nuh’un gemisinin ağrı dağına konduğu söylenir. Yılanlar öyle bir basar ki Güney'in ovalarını, Şahmaran’ın orada bir mağarada yaşadığı söylenir. Marmara denizinin ve dahi boğazların açılması bile bir sel hikayesidir ki içinde bir öküz de vardır.

Bin bir felaketle uğraşmak zorunda kalan insanlar, tarihin o bahsettiğim ilk zamanlarından bu yana bu felaketleri önlemenin çarelerini aramışlardır. Ama öncelikle bunların niçin başlarına geldiğini tahmin edip, en nihayetinde bu işin bazen Tanrıların direkt öfkesinden bazen de onların umursamazlığından gerçekleştiğini düşünürler. Tanrıların öfkesini yatıştırmak ve dahası dikkatlerini çekip insanlara iyi davranmalarını sağlamak için Tanrılara yer yer rüşvet, yer yer hediye ama çoğunluklu kurban verme yoluna giderler. Günlük işleri için, bir yola gitmeden yolun güvenliği için, denize açılmadan fırtına kopmaması için kendi güçlerince Tanrıların gönlünü kurbanlarla hoş tutarlar.

Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde kurban, “dinin buyruğunu veya bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvanın kendisi, kurban kesmek ise bir hayvanı keserek hayır işlemek” şeklinde tanımlamıştır. Eski Egeliler de tam olarak sözlük anlamını yerine getirirler. Ve fakat Tanrılar herkesi muhatap almaz, onların hediyelerini kabul etmezler. O yüzden Colophon gibi yerlerde din adamları eğitilir. Kurbanın nasıl ve ne şekilde kesileceği, sunağın hangi yöne bakacağı, kurbanı keserken söylenecek sözler hep bu din adamlarının bilgisi dahilindedir. Törenlerin ne zaman yapılacağı, ne şekilde yapılacağı kaç hayvana kıyılacağı hepsi belirlidir. Tanrılar lakaytlığı asla sevmezler. Fakat gündelik felaketlerin ötesinde bir insanın kendi başına baş edemeyeceği felaketlerin de yurdudur bu topraklar başta değindiğim gibi. Bu büyük felaketler için kamusal birikimin kullanılması, felaketin durumuna göre 9 ve 9’un katları kurban kesilmesi gerekir. Böyle işler ciddiye alınır tüm şehrin katıldığı merasimlere dönüşerek muazzam maliyetlere neden olur. Ve fakat hiçbir ansızın gelen felaketin masrafı ve kalp kırığı kurbanlara harcanan paradan az değildir.

Gel zaman git zaman, zenginlerin Tanrılara daha kaliteli ve çok hediye ve kurban sunabilmesi halkı gün ve gün Tanrılarına karşı doldurur. Günü geldiğinde terk ederler eski tanrılarını ve tek bir Tanrı’ya geçerler. Felaketlerin de dünyanın kendi düzeni olduğunu keşfederler. Fırtınaların, depremlerin, kuraklıkların, sellerin döngülerini ve nedenlerini keşfederler. Sınırlarını ve bunlarla baş etme yollarını da keşfederler. Evlerini taş döşeyerek yaparlarken aralarına tahtalar koyarlar ki deprem mukavemetleri artsın veya mesela Alsancak’ta eski evlerin giriş merdivenlerindeki deliklerinden fark edeceğiniz su basmaları yaparlar. Hazırlanırlar felaketlere ve hatta onlarla beraber yaşarlar.

Böylece kalabalıklaşırız. Anadolu ve İzmir daha çok insanı barındırır. Eh tabi işimizi görecek kurumları yaratırız. Başımıza gelecek felaketlerin önlemlerini almayı bu kurumlara devrederiz. İhtiyaçlarımız da olur, her şeyi kendi kendimize yapamayacağımıza göre, elektriği, suyu getirecek ve getirirken bazı felaketler yaşanmasın diye kontrollerini yapacak kurumlarımız olur. Bu kurumların işlerini yapması için de bazı kurallar koyarız. Mesela beş senede bir seçeriz şehri yönetecekleri, eğer yapmaları gerekeni yapamazlarsa bir daha orada olamayacakları korkusunu veririz. Felaketleri önleyecek şirketlerin de buna tabi olması için kamunun olmasını bekleyip, ilk başta elektrik gibi insan hayatına dokunacak şirketleri de bu seçtiklerimize bağlarız. Bu başka bir yazının konusu olsa da bazıları bu denetimin ötesine taşırır o şirketleri. Eğer bir yanlış olursa hatanın yargı ile çözülebileceğini söyler.

Ama felaketler bitmez, ölmeye devam ederiz. Durduk yere bir yağmurda, İnanç ve Ceren gibi, şehrin göbeğinde, herkesin bildiği herkesin gördüğü ve onlar öldükten bir buçuk gün sonrasında onarılabilen bir hata sonucunda. Ve biz ölmeye devam ederiz, Bingöl’de şizofren olduğu bilinen, hapislere girip çıkan, bizzat annesinin mektup yazarak yetkilileri uyardığı bir hastanın bıçağının ucunda. Öldürdükten on dakika sonra yakalanacak şekilde.

Yapılacak ufacık şeylerle çözülebilecek işler için ölürüz ve anında iyileşir işler. Dün bizi önemsemeyen tanrıların işlerini yapmak için kurban beklediği ülkede, bugün kendi kurduğumuz kurumlar bizden kurban beklemekte.

Oysa biz kurban vermek istemediğimiz için attık tanrıları. Ne Zeus kaldı ne Apollon. Bir zamanlar uğurlarına servetler dökülen, binlerce hayvanın canı bir gecede alınan Tanrılardan kurtulduk kurban vermemek için. Gerçekten tüm bu işlerin sorumlularından kurtulmanın gerektiği gün, gerçekten son bir damlanın bardağı taşırdığı gün, kimse sanmasın ki Tanrılarını yok eden bu insanlar, kurumlarını da yok etmesin.