Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı adlı kitabında “Mizah, kendini koruma savaşında ruhun bir başka silahıydı. Mizahın insan yapısındaki diğer her şeyden çok, birkaç saniyeliğine de olsa uzaklaşıp bir durumun aşılmasını sağlayabildiği çok iyi bilinmektedir. Mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahi bir ışık altında görme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hiledir,” diyor. Yazar daha sonra toplama kampında yaşadıkları en zor anlara dayanabilmek için sanatla ilgilendiklerini yazıyor. Tabii mizah da savunma yollarında biri.
François Rabelais’in Gargantau’daki şu dizeleri de önemli: “Gülen kitap yeğdir ağlayan kitaptan / Gülmektir çünkü insanı insan eden”.
Umberto Eco’nun çok bilinen Gülün Adı adlı romanından bir cümle: “O resimler insanı güldürüyor. Gülmek ise insanın korkularını azaltır.” U. Eco, başka bir söyleşisinde, “İroni, belirtisini tanıyabilen bir toplumda dilin zaferi haline gelebilir” diyor.
En ilkelinden tutun en çağcılına, bütün dinler “gülme”nin karşısındadırlar. Çünkü gülen insan düşünür, sorgular, acaba der, eleştirir. Düşünme, kuşkulanma, sorgulama, eleştirme edimleri ise bütün dogmaları yıkar. Doğası gereği mizah muhaliftir. Mizah yeri geldiğinde kendine bile muhaliftir. Eleştirmeyen, sorgulamayan, sorulara alan açmayan, düşünceyi dumura uğratan metinlere/çizgilere/oyunlara mizah demek, an hafifiyle hamlıktır, safdilliktir.
Mizah edebiyatına katkılarını hiçbir zaman yadsımadığım, saygıyla andığım Muzaffer İzgü ile “Gülmece mi demeliyiz, yoksa mizah mı?” sorusu etrafında anlaşamazdık. Bilen bilir, rahmetli “gülmece” derdi. Bense bu sözcüğün yapılan işi “gülme eylemi”yle sınırladığını düşünür itiraz ederdim. Bugün de böyle düşünüyorum. Çünkü diyordum, siz yazdığınız metinle beni güldüreceğinizi sanıyor olabilirsiniz ama ya ben yazdıklarınızı okuduktan sonra gülmüyorsam, gülemiyorsam, dahası, üzülüp ağlıyorsam… O zaman “ağlamaca” mı diyeceğiz?
Kim ne derse desin, mizah devingen bir sanat. Kendini sürekli yenileyen bir gerçeklik. Evet, daima muhalif, daima militan ve daima yukarıda. Bizde mizah edebiyatı uzun süre edebiyattan sayılmadı. Oysa özellikle Türk edebiyatı başından beri mizahı zaten içselleştirmiş, hatta onsuz edemez olmuştu. Sözgelimi, Araba Sevdası bir mizah romanıdır. Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç da öyle. Ya Ayaşlı ve Kiracıları’na ne demeli? Sait Faik’in, Ömer Seyfettin’in hemen bütün hikâyelerinde mizah sürekli çıkar karşımıza.
Fakat hemen her şeyin mizah olduğu bir ülkede yaşamaksa trajedidir maalesef!