Kemeraltı’nın sokaklarında geziyordum. Tahta kaşık, tahta çatal, oklava, baston satan bir dükkân gördüm. İçeriye girdim. Kocaman bir tahta kova gördüm. Bal satan dükkânların kullandıkları kovaya benziyordu. Satıcı yanıma yaklaştı, “Aradığın bir şey var mı?” dedi.
Tahta kovayı gösterip, “Bu ne işe yarar?” dedim.
Satıcı gülümsedi, “Bunun adı Külek, sanırım senin yaşın tutmuyor. Daha önce hiç görmedin mi?”
“İçinde bal satıldığını gördüm” dedim.
Söze devam etti. “Eskiden çoğu insan ne plastik ne de teneke kullanırdı. Yoğurt bunun içinde mayalanır, yağ bunun içinde yapılır saklanır. Bal, pekmez bunlarla taşınırdı. Sen bilmezsin bunları…” dedi devam etti. Korona günlerinde müşterisi mi yoktu yoksa eskilerden bahsedince içi mi kabardı, aşka mı geldi anlamadım.
“Ekmek teknesini sırtında taşıyan bileyciler vardı. Bileyciiiiiiiii bıçak bilerimmmm diye bağırdı mı bütün mahallenin kadınları elinde bıçaklarla sokağa çıkardı. Düz bir zemine koyduğu sehpasını pedala basarak harekete geçirir, yukarıya kayışla bağlı biley taşını döndürür, getirilen kör bıçakları jilet gibi yapardı.” Elinle dışarıdaki sandalyeleri gösterdi. “Ayakta kaldın, gel otur” dedi.
Sosyal mesafeyi ayarladıktan sonra, “Eskiden kalaycılar vardı. Eşek sırtına yüklediği alüminyum güğümlerle gezerek kapı kapı, sokak sokak, mahalle mahalle gezen sütçüler vardı. Annelerimiz evde kalan kurumuş ekmekleri çöpe atmaz biriktirir ona verirdi. Eskiciler vardı. Büyüklerimiz evimizdeki eşyalardan kullanmadıklarımızı verir, yerine leğen, kova, mandal alırlardı. Eskiciiiiii, Nayloncuuuuu diye bağıra bağıra önünü göremeyecek kadar yüksek dizdiği plastik ürünlerle eskileri toplardı. Şimdi eskiyi atıyoruz yeniyi alıyoruz” dedi. Ayağa kalktım yavaş yavaş gitmeye karar veriyordum ki, çırağına döndü, “Oğlum, iki çay söyle” dedi.
Şartlı refleks, “Biri açık olsun” dedim. Kurtulamıyordum. Anlattıkça anlatıyordu. Aslında onu dinlemek istiyordum. Orada olmaktan çok mutluydum. Sadece zaman ve gün uygun değildi.
“Otur sana şimdi söyleyeceğimi hatırlarsın, Macuncular vardı. Hazneli üzeri cam kapaklı tablasında en az üç dört renk olurdu. Bir sopaya uzatarak doladığı macunu en son limona batırıp sana verirdi” Çaycı geldi. Bir kulağı bizde, tabiri caizse kendisi kulak misafiri oluyor. Esnaf büyüğüm anlatıyor. Açık çayı bana uzattı. Gitmiyor, oyalanıyor.
“Küfelik olmak diye deyim var.” Çaycı lafa girdi.
“Biliyorum ben, hatırlıyorum” dedi. Esnaf büyüğüm senin yaşın yetmez onu bilmeye der gibi baktı. Sonra devam etti.
“Eskiden küfeciler vardı. Bunlar anne babalarımızın meyve sebze alışverişini küçük bir bahşiş karşılığı taşıyan insanlardı. Ayrıca gece meyhanelerde içip yürüyemeyecek kadar sarhoş olanları bu küfeciler evlerine götürürdü” Çaycı boşları toplayıp içerideki masanın çekmecesinden iki tane marka alıp giderken son noktayı koydu.
“O meslek öldü be abi”