İzmir’in kadim topraklarına adım atmak, insanın geçmişle dolu bir yolculuğa çıkması demektir.

Bugünkü Menderes’in Değirmendere’si, bir zamanlar Kolofon olarak bilinir ve bu topraklar yalnızca zeytin ağaçları ve dağlarla değil, tarihin en büyük dehalarıyla yoğrulmuştur. Ünlü ressam Apelles’in doğduğu, sanatın, kehanetlerin ve mitlerin harmanlandığı bir diyar burası. Ancak, onun hikayesi yalnızca fırça darbeleriyle değil, Efesli Parrhasius’la girdiği büyük sanat düellosuyla ve Afrodit’in yeryüzündeki yansıması olan Phryne ile kesişir. Ve işte bu topraklardan yükselen hikayeler, Atina’nın yüceltilen mitlerine meydan okurcasına, İzmir’in ruhunu bugüne taşır.

Kolofonlu Apelles ve Phryne’nin efsanesiyle sarıp sarmalanmış bu yazıda, sizi sanatın, cesaretin ve güzelliğin büyülü dünyasına davet ediyoruz. Kimdi bu büyük ustalar, neydi onları ölümsüz kılan sır? Ve neden Yunan’ın iyi Atina’sında doğduğu sanılan Phryne, aslında İzmir’in bereketli topraklarına kök salmıştı? Apelles’in antik çağdan günümüze ulaştırdığı hayali mektuptaki gerçeğin ardındaki perdeyi birlikte aralayalım…

Sevgili Dostum,

Bir zamanlar, Efes’in taş sokaklarında yankılanan seslerle halk toplanmış, Roma İmparatorluğu’nun dört bir yanından gelenler amfitiyatroyu doldurmuştu. Zamanın en büyük ustalarının sanatları yarıştırılacaktı. Heykeltraşlar, ressamlar, düşünürler; herkes oradaydı. Praxiteles’in mermere kazıdığı zarif bedenler, Parrhasius’un kusursuz üzüm taneleri… Oysa o gün, yalnızca yetenek değil, sanatın gerçeğe meydan okuyan gücü yarışacaktı.

Ben Apelles, Kolofonlu ressam, sıramı sabırla beklerken, gözlerim halkın bakışlarına takılıyordu. O bakışlarda yalnızca bir merak değil, belki de binlerce yıldır değişmeyen o derin arzu vardı: Hakikatin bir fırça darbesiyle nasıl şekil bulduğunu görmek. Parrhasius, üzüm tanelerini öyle mükemmel resmetmişti ki, kuşlar gelip gagalarıyla o üzüm sandıkları illüzyonla oynadılar. Kalabalık hayranlıkla bakarken, sıram geldi. Halk sessizleşti, Parrhasius perdeyi açmamı istedi. Ancak perdeyi açmaya gerek yoktu. Çünkü perdeyi resmetmiştim. O an herkes anladı ki, sanat, yalnızca gerçekliği taklit etmek değil, gerçekliği altüst eden bir büyüydü. Parrhasius kuşları kandırmıştı, ama ben Parrhasius’u kandırdım. O da kalabalığa haykırdı: “Ben kuşları kandırdım, ama Apelles, beni kandırdı” dedi. Zafer yalnızca bir oyun değil, ruhumun derinlerinden gelen bir şarkıydı.

Sanat, yalnızca krallara layık bir zanaat değildir. O, insan ruhunun en karanlık köşelerini aydınlatan, derin arzularını su yüzüne çıkaran bir aynadır. Kolofon’un berrak sularında, Değirmendere’nin ince rüzgarında bu fırçayı tutmaya başladım. Büyük İskender’in atı Bukefalos’u çizerken, burnundan köpükler fışkırtmaya çalıştığımda başarısız oldum. O an öfkeyle fırçamı resme fırlattım ve o beklenmedik anda, köpükler gerçek oldu. Sanat bazen bizim isteğimizin ötesinde doğar, tıpkı bir tanrıçanın denizin dalgalarından çıkışı gibi.

Afrodit… Güzelliğiyle efsaneleri aşan, kalpleri titreten Afrodit. Ama o gün, bir başka güzellik daha vardı. Atina’da yargılanan Kolofonlu Phyrne, Afrodit’in inancına meydan okuyarak yargıçların karşısına çıkmıştı. Halk arasında inançsızlıkla suçlanan bu rahibe, tanrıçaya kafa tutmuştu. Cesur bir kadındı o. Praxiteles ve ben, duruşmayı izlerken gözlerimiz onun üzerine kilitlendi. Avukatı, onun zarif omuzlarından şalı indirip, “Bu güzelliği yargılayabilir misiniz?” diye haykırdı. Phryne’nin omuzlarından şalı yavaşça indirdiğinde, onun zarafetiyle örtülü bedeninin tüm ihtişamı ortaya çıkmıştı. Gözler, insanın sözcüklerle tarif edemeyeceği bir güzelliğe tanık olmuştu. Şahitler, bu ilahi güzellik karşısında suskun kalırken, Phryne’nin eşsiz zarafeti adeta Afrodit’in yeryüzündeki yansıması gibiydi. Phyrne’nin güzelliği yalnızca gözlerimizi değil, ruhumuzu da ele geçirmişti. Ama güzellik, onun cesaretinde gizliydi. Afrodit’in suretini canlandıran o kadın, yalnızca bedeniyle değil, yüreğiyle de ölümsüzleşmişti. Praxiteles’in çekiç darbeleriyle ona olan aşkı her vuruşta yankılanacaktı. O an ikimiz de Phyrne’nin yalnızca güzelliğine değil, cesaretine de aşık olduk. Ve o cesaret, sanatın kalbinde ölümsüzleşti. Başkalarının iddia ettiği İyonya’nın Atina’sında doğan değil İzmir’in Değirmendere’sinden fışkıran bu güzellik sonsuzluğa ismini altın harflerle yazdırdı.

Sanat, halkın ruhuna hitap eden bir dil. Kolofon’un sahillerinde doğan o dil, zamanla taşlara, tuvallere kazındı. Bir gün tablolarımı sergilerken, halkın yorumlarını dinlemek için perde arkasına saklandım. Bir ayakkabıcı, resimdeki ayakkabılar hakkında uzun uzun konuşmaya başladı. Söylediklerini dikkatle not ettim. Ama eleştirileri bacaklara kaydığında, dayanamadım ve o ünlü sözü söyledim: “Efendi haddini bil, çizmeden yukarı çıkma!” İşte, o günden sonra bu söz, halk arasında bir fısıltıdan bir efsaneye dönüştü.

Kolofon’un rüzgarları sanatı ve bilimi taşıyan kadim fısıltılarla doludur. Eğer bu toprakların mirasını anlamazsan, sevemezsin. Bir kenti ancak geçmişin sanatıyla, bilimiyle ve cesaretiyle yoğurarak geleceğe taşıyabilirsin. Biz ressamlar, zamana şekil veren ellerimizle, hakikatin peşinde koşan sanatçılar, her darbemizle yeni bir dünyanın kapısını aralarız. Ve tuvallere kazınan her fırça darbesi, tarihin ruhunu bize geri fısıldar.

Apelles