Kaddafi’nin öldürülmesinin ertesinde 22 Ekim 2011’de Ticaret Gazetesinde “Bu Sonu Kimse Hak Etmez” diye yazmıştım. Yazının içinde şöyle bir değerlendirme vardı:
“Geçmişe kısa bir göz atalım; bazı ülkelerde bazı parlak gençlere iktidar yolu açılıyor. Kaddafi, Nasır, Hafız Esad gibi… Bunların arkasında büyük devletler var, ellerine silah verip iktidar yapıyorlar, sonra yıllarca ülkeyi yönetirken silah satıyorlar, doğrudan, dolaylı.
Zaman değişiyor, şimdi gidin deniyor bunlara; gitmem diyene önce gösteri, ardından ateş, yani kurşun…
Suikastla ölmeyen lider muhalif kurşunu, tekmesiyle ölüyor. O muhalif kim, Batının alelusul eğiterek eline silah verip, iktidarın üzerine saldığı eğitimsiz, gözünü kan bürümüş, ihtirası öldürmek olan yoksul gençler…
Birkaç ay öncesine dek kendisini şaşa ile ağırlayan devlet başkanları, “öldürüldü, sorun bitti” diyebiliyor. İnsanın aklına Nobel edebiyat ödülü kazanan Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi öyküsü geliyor. Herkesin bildiği, kendisinin bilmediği bir sona aslında sevdiğine doğru büyük bir mutluluğu düşleyerek giden bir genç adamın öyküsüdür bu. Herkes onu seyreder, sahtecilikle selam da verir, uyaran kimse çıkmaz.
İnsanoğlu bu kadar sahtekârlıkla ne yapmak istiyor?
Duygusuz, öldürmeyi amaç edinenlerle dünyayı şekillendirmek mümkün mü?”
İktidar olduktan sonra öldürmekten kaçınmayan diktatörlerin senaryosunu yazanlar var. Suriye’de üniversite öğrencisi iken CİA tetikçisi olan Saddam Hüseyin gün geldi devlet başkanı oldu. Yıl 1979. ABD’nin yeni planlarına uyum yapamadı, Ya sonra? ABD Silahlı Kuvvetleri 20 Mart 2003’te silah atmadan girdiği Irak’ta 9 Nisan’da Bağdat’a girdi. 2006’da Saddam idam edildi. 24 yıl devlet başkanlığı yap, sonrasında bir hücrede asılmayı bekle.
Kaddafi 1969’dan 20 Ekim 2011’e kadar ülkeyi yönetti, yakalandı öldürüldü. Dile kolay 41 yılı aşan bir mutlak iktidar yaşadı. Onun senaryosunu yazanlar, paralarını Amerikan bankalarında tutmasını da öğütlemişlerdi.
Güzel bir atasözümüz var; Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli.
Hiçbir şeyin yokken, parmağındaki evlilik yüzüğünden başka, az bir işçilik, memurluk yaptıktan sonra önünü açanlar sayesinde, demokratik geleneklerle, yönetim basamaklarından ta tepelere kadar çıkabilirsin. Hizmet halka olursa herkes elini öper. Ancak, hizmeti başkalarına yaparsan, halkı da oyalarsan iktidar etkisi gün gelir tersine dönebilir.
Senaryoyu yazanlar genelde diktatörlerin yaşamı konusunda uzmandır. Az gelişmiş ülkelerde, köklü kültürden gelmeyen yandaşlarına dönük senaryo yazarlar. Demokrasi konusunda algısı Anadolu kültürüyle pek uyuşmaz, onun için daha önceki askeri darbeleri ne öğrenebildiler ne de yorumlayabildiler. Ancak yapabildikleri bir şey var, onu yaptılar. Zücaciye dükkanına giren fil gibi her şeyi kırdılar, döktüler. Arkada ne Türklerin binlerce yıllık yönetim ve askeri geleneği kaldı ne de kurumsal yapısı.
Teknolojik ilerleme ile ekonomik yönden dünya ülkelerinin çok önüne geçen birkaç ülke var. Bunlar insanların teknoloji merakını ve ülkelerin teknolojik gereksinimini kullanarak tüm dünyayı “sömürdüler”. Bu şekliyle yönetimlerin biçimlenmesine de etki yapmaktalar.
Senaryolar yazılıyor, uygulanıyor. İstanbul Sözleşmesinden çıkılıyor, subay olmada irtica araştırması istenmiyor, İstanbul’a kanal yapılarak 100 yıllık anlaşmalar zorlanmaya çalışılıyor, Suriye’de Akdeniz’e ulaşması istenen bir Kürdistan projesi tartışılıyor, Irak Türkmen Cephesi başkanı değiştiriliyor… Merkez Bankası başkanı sürekli değiştiriliyor, yönetime gelenler “bizim adamımız” mı, yoksa yabancıların verdiği kredilerin, fonların denetimini sağlamak için “onların güvendiği adamlar” mı? Bu konu zaman içinde açıklığa kavuşur.
Ancak yaylım ateşi devam ediyor: Yargıtay şunu yapsın, bunu yapsın, Anayasa Mahkemesi bunu yapmazsa kapatılsın diyenler var. Hukuktan nefret edecek neler yapıldı ki bu kişilere? Hukuk, adalet yoksa ülkenin insanlarına yazık olur. Konuşmayı unutan kişiler maalesef hala siyasette iddialı. Ancak, onlara senaryo yazanlar gerçekten acımasız. Koltuk insanı yanıltmasın.