“Son dönemde, yabancı sosyal medya platformlarının kullanımının yaygınlaşmasıyla ahlâki açıdan ciddi bir erozyon hatta yozlaşma yaşandığını görüyoruz. Bu platformlar vasıtasıyla milli bünyemizi tahrif ve tahrip eden sapkın akımların toplumumuza sirayet etmeye başladığına şahit oluyoruz.”
Bu açıklama Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait. “Yabancı”, “milli bünye”, “sapkınlık”, “tahrif” kelimeleri hasbelkader tercih edilmiyor. Yozlaşma kavramının nasıl kullanıldığına dair ipuçları veriyor.
Yozlaşma kavramı farklı cenahların üzerinde tepindiği, “makbul” olmayanı suçlamak üzere kullanılıyor. Kimisi bu kavram ile modern yaşamın belirli yönlerini yererken, başkaları ise modernizmin sonuçlarını olumlayarak yeniden üretimi amacıyla kullanıyor. Yozlaşma sözlük anlamı olarak bozulma, bozukluk, ahlâksızlık anlamlarına geliyor. “Yoz” kökü ise vahşi, yavan, bayağı, zararlı, sürülmemiş ve ekilmemiş yer anlamlarını taşıyor.
Bu nedenle örneğin modernistler “geri kalan” olarak yozlaşma kavramını kullanırken, muhafazakârlar ise “ahlâksızlık” üzerinden kavramı ele alabiliyor. Yani bu kavramın neye göre yapıldığı, bu yargıyı veren kişinin, grubun hangi ölçüte dayanarak bu değerlendirmeyi yaptığı önemli bir hale geliyor.
Tartışmanın tarihsel arka planı da bulunuyor. Yirminci yüzyılın başında özellikle Avrupa ülkelerinde ortaya saçılan yozlaşma üzerine teoriler, faşist partiler için kullanışlı bir platform haline gelmiştir. Toplumun yaşadığı tüm sorunların kaynağı olarak azınlıklara işaret ederek; azınlık grupları dışlamak, tehdit olarak görmek üzerinden yozlaşma kavramı inşa edilmiştir. “Makbul” olmayan yurttaşlar, “bozuşturucu” olarak lanse edilmiş, otoriter ve baskıcı politikalar güçlendirilmiştir. Ülkemizin muhafazakâr geleneği ise yozlaşmanın kaynağını “batının tahakkümüne” işaret ederek, dini bir toplumsal örgütlenmeye geri dönmeyi önermiştir. Batıya dair ne var ise yozlaşmanın kaynağı odur! İçeride ve dışarıda “yabancı” tarifi ile günah keçileri ilan edilmiştir.
Modern dünya savunusu üzerinden yozlaşma kavramını ele alan liberal ve türevleri ise “uygarlığa” dair biçimsel tartışmalar üzerinden yol almıştır. Genel olarak toplumda kapitalizmi eleştirmenin uygun olmadığı onun evrensel bir yasa gibi görüldüğü bir çerçeve ile ilerlenmiş, bugünün sorunlarına geçmişin örtüsü çekilmiştir. Medyanın düzeysizliği, toplumun her alanına sinmiş rüşvet, okullara ve sokak aralarına kadar inmiş şiddet, çeteleşme, yolsuzluk, üç beş kuruş için işlenen cinayetler, uyuşturucu bağımlısı gençlik, kadınlara yönelik şiddet ile kapitalist sistem arasındaki bağ silikleştirilerek; suçlu “bireylerin” yargılanması ile yozlaşmaya karşı mücadele edilebileceğine dair refleksler ön plana çıkarılmış, yeterli görülmüştür. “Ne geliyorsa başımıza insanların cahilliğinden, okumuyor olmasından!” basitliği üzerinden geri kalma tarif edilmiştir.
Her iki tartışma biçimi de bazı gerçekliklere işaret etmektedir. Tamamen kabul edilemez, gerçek olmayan argümanlar sunmamaktadır. Ancak her iki taraf da yozlaşma tartışmasına dair sınırlarını, sınıflar mücadelesini görünmez kılarak belirlemektedir.
Oysa yozlaşma sınıflı toplumların bir koşulu veya ürünüdür. Vurgun, soygun düzeni olarak kapitalizmin ürünü olan kokuşmuşluğu, çürümeyi ve yozlaşmayı ele almadan tartışmaya dair doğru sonuçlar elde etmek mümkün görünmüyor. Ancak insanca yaşayabilecek koşullar ile yozlaşmaya karşı mücadele arasındaki bağ sağlıklı biçimde ele alınabildiği koşulda gerçek bir mücadele zemini yaratılabilir.