Emeği ve doğayı her zaman sömüren sermaye, artık gemi iyice azıya almıştır. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin de çözülmesiyle birlikte durum, daha da vahim bir hâl almıştır. Yaşam sürebilecek mi yoksa sonuna mı gelindi endişeleri sömürgeci kapitalistler dışında her kesimde vardır artık.
Dünyanın hâli ortada; kutuplardaki buzullar eriyor, Amazon ormanlarında yangınlar bitip tükenmek bilmiyor. Koca bir kıta Avustralya’da orman yangınları, insan etkisiyle, tam bir felâket oluyor.
Oralardan bize ne diyemeyiz. Dünyadaki ekolojik yıkımlardan ülkemiz de nasibini almaktadır. Dünya dediğiniz uzaydaki bir toz zerreciği değil mi? Diğer yıldızlardan görünürlüğü bile şüpheli bu gezegenin çok ufak bir yerinde olan ekolojik yıkım tüm yaşamı olumsuz etkiliyor.
ABD’de New York kentinde Manhattan’daki bir avukatlık yazıhanesinde bir ayda tüketilen enerji miktarı, Bangladeş’teki orta bir kasabada bir yılda tüketilen enerjiden fazlaysa ve küresel ısınma nedeniyle oluşan sellerden Bangladeşliler etkileniyorlarsa sorumlu kimdir? Bu pek belli bir gerçektir.
Sermayenin büyüyerek varlığını sürdürmesi amacıyla yeryüzünde oluşmuş muhteşem bir yaşam yok ediliyor. Varlığın kendi bilincine varmış hâli insan, mülkiyet kültürüyle ve sermayesiyle nasıl böylesi akıldışı davranabiliyor? Yaşam yoksa gerisinin anlamı ne olabilir ki?
Doğanın narsist şımarığı, doğanın kendine hayranlığı olan insan kendi türünü de yok ediyor. O zaman kim hayranlık duyacak Niagara Şelâlesine, Nil Nehrine ve deltasına? Çöllerdeki, okyanuslardaki, kutuplardaki, dağlardaki yaşamlara kim şaşıp kalacak?
İnsanlık, bugünkü mülkiyet ve sermaye kültüründen vazgeçmezse neler olacak?
Yeni bir toplumsal ve yaşam kültürü; ekolojik değerlerle sınırlı, mülkiyetsiz komünal topluluklar ivedilikle kurulamazsa tüm yaşamla birlikte elbette türümüzü ve uygarlıklarımızı da yok edeceğiz.
Vakit çok çok geç olmadan…