Bilim insanları korkunun insan evriminde belki de evrimi şekillendiren en güçlü his olduğunu söylüyorlar. Gerçek bir tehdit karşısında, mesela yüksek bir yerde yürürken düşmekten korkup da kenardan yürümemenin, insanların hayatta kalmasını böylelikle geninin devamlılığını sağlamasının baş aktörü olduğunu söylerler.

Bununla birlikte, gerçek bir korku olmadığında, insanlığın en büyük düşmanı yine de korkudur. Korku yüzünden denizlere açılmamıştır insanlar, korku yüzünden aç kalır ve korku yüzünden nefes alamaz. Özetle korku hayatta kalmanıza imkan verir ama hayatınızın kalitesini kabul edilemez bir seviyeye çekebilir. Romalı filozof Senaca şöyle der: “Bizi gerçekten yok edebilecek şeylerin sayısı, bizim korktuklarımızın sayısından binlercen kat daha azdır”

Özellikle sanayi devriminden sonra atalarımızın korktuğu çoğu şeyden sakınmayı öğrendik. Artık kıştan o kadar korkmamıza gerek yoktu kömür vardı, gece bizi korkutmayacaktı ışık vardı, yemekleri dert etmemize gerek yoktu buzdolabımız oldu. Gerçek korkularımız azalmışken, o insanlardan daha çok korkmayı başardık. 18. yüzyıl filozofu Edmund Burke “Hiç bir tutkunun, aklı korkmak ve korkuyu meşrulaştırmak kadar ele geçiremediğini” söylerken yönetici sınıfı korku yaratmanın halkı kontrol etmekte ne kadar işe yarayabileceğini keşfetti.

Evet Antik Mısırlıların da düşmanın saldırması, yemeğin yetmemesi gibi korkuları vardı ama bunları gerçek kılacak göstergeler de vardı. Gerçekten sınırlarda bir ordu bekleyebiliyordu veya Nil’in ne zaman taşacağı bilinmiyordu. Sanayi sonrası insanlığın keşfettiği şey, insanları korkutmak için bir gerçekliğe ihtiyacın olmamasıydı.

Suni bir şekilde korkunun yaratılması Endüstri Devrimi sonrası insanların buluşutdu. İnsanlar gerçekliğini sorgulamıyorlardı korktukları şeyin. Ambarlar ağzına kadar doluyken, kışın zor ve kıtlıkla geçeceğini söylediğinizde, kimse ambarların kapısını açıp bakıp “Burası doluymuş korkmamıza neden yok” demiyordu. Dahası korkmamayı söyleyene, hakikati söyleyene aldırmıyorlardı da. Ambarların dolu olduğu bilgisi, ambarların boş olduğu bilgisinden çok ama çok yavaş ilerliyordu.

Sonra medya geldi. Gerçekleri söylemek, gerçeklerin gücünü arttırmak için insanlar yaşamlarını sürdürdüler. Hakikatleri anlatanlar, korkulardan kazananları üzdü ve onları yok etmeye çalıştılar. Çoğunlukla yok edildiler de ama hakikatin tadı eşsizdi. Aldanmamanın, korkmamanın muhteşem bir lezzeti vardı. Hakikati söyleyecek yeni insanlar geldi eskiler yok edildikçe. Bunun böyle gitmeyeceğini keşfedip, bu kez kendi medyalarını oluşturdular. Hakikate hız kazandıran medya, yalana da hız kazandırabiliyordu garip bir şekilde. Kimse yine de ambarların boş mu dolu mu olduğunu bilmiyordu. Gazeteler kıtlık gelecek diyorsa, gidip para harcıyorlardı.

Burada da benzer bir geçmişimiz var. Burada da korkutmuşlar bizi çok. Osmanlı demişler yıkılırsa şayet İslam da yıkılır, yok olur. Eğer demişler padişah giderse Türklük yok olur demişler. 1913’ten sonra bambaşka şeylerle korkutmuşlar, satmışlar vatanı, Nutuk’da yazmış Gazi Paşa tüm olanları.

O yüzden bizim Istiklal Marşımız “Korkma” diye başlıyor. Korkma diyor, dedikleri gibi değil her şey. Korkak, ödlek, lakayıt bir ülke olduğumuz için değil, gerçekten korkuttukları için.

Şimdi bu korkutma hala devam ediyor. Köpekler hakkında korkutuyorlar, mülteciler hakkında korkutuyorlar, eşcinselliğin aileyi yok edeceğinden korkuyorlar, gelecek hakkında, kendilerinden olmayanlar hakkında korkutuyorlar. Söylediklerinin çoğunun gerçeklikle bir alakası yok. Gerçek bir tehdit değil, gerçek bir korku nedenine sahip değiliz. Ama yine de korkuyorlar. Belki İstiklal Marşı’nın sözlerine dikkat etmeli bir sonraki sefer duyulduğunda “Korkma” demesinin bir nedeni olduğunu düşünmeli. Ve korktuklarımız için ambarlara gidip bir bakmalı, gerçekten ambarlar boş mu diye…