İzmir’in gözyaşı şişeleri nefis bir romantizm objesidir. Her biri antik çağın hatıra defterleridir. Sadece her insan okuyamıyor bu tuzla yazılanları. Kilidini de herkes açamıyor. Şişede izi kalamasa da yüreklerde izi kalıyor.
Bu şişelerin cam üfleme çubuğu icat edildikten sonra sayıları artmış. Küçük uzun ince boyunlu. Küresel ya da yassı gövdeli şişeler kırılmadan günümüze kadar ulaşmış. Her yıl İzmir de yapılan kazılarda çok sayıda obje çıkartılıyor. Gözyaşı buluntuları da İzmir Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor. Bilim insanları bu objelerin hangi tarihe ait olduğunu ne amaçla kullanıldığını bilimsel toplantılarda tartışıyor. Buluntuların kökenleri, çeşitliliği çok sayıda kitaba konu oluyor. ( Unguentrarium-Lambert M Surhone) Matem şişeleri üzerine yazılmış çok sayıda makale var. (Batı Anadolu kökenli Unguentrariumu -Laflı 2002) O dönem için gözyaşının ne kadar değerli olduğu tartışılmaz. İnsanın acısı da, sevinci de gözyaşı denilen bir damlada saklıyken, bu damlalar da o kişinin göz yaşı izi olmuş antik şişelerde. Camın verdiği şeffaflık, duyguların gizlenmeden gösterilmesinde, kırılganlığı da incinme duygusuna bir gönderme olarak sembolik anlam taşıyor olabilir. Çünkü uzmanlar Prof.Dr Ergun Laflı ve Prof.Dr Binnur Gürler seramikten yapılan gözyaşı şişelerine daha az rastlanıldığını vurguluyor. Rivayet odur ki ölenin ardından ağlayanlar gözyaşlarını şişelere doldurur ve ölüyle beraber gömerlermiş. Bu, ölünün ardından gösterilen bir tür vefa ritüeliymiş.
Belki de İzmir'in tüm acıları bu şişelerde saklıdır. M.S 17 yılında bilinen ilk büyük depremde evladını yitiren annenin ızdırabı, 177 yılında şehir yine deprem sonucu yerle bir olunca bir erkeğin ölen karısının yasına dönüşmüştür belki de.
İzmir aşığı ünlü düşünür Aristides, kökten yetişme bir İzmirli değildir. Doğumu, yetişme çağları bu şehrin sihri ile yoğrulmamıştır. Eğitim için bu kente gelmiştir. Ancak buna rağmen "İzmir sihri" onu sarıp sarmalamakta gecikmemiş, kendini bu kente adamıştır. Mesele "Oralı" olmak değil, "Orayı sevmek"tir. Yani bir gönül işidir bu. Aristides Roma İmparatoru Marcus Aurelius'a şehrin yıkımını o yıllarda öyle etkili bir dille kaleme aldı ki, bu satırlardan etkilenen İmparator çok önemli bir maddi destekte bulundu. Bu mektup aslında Smyrna kentine yazılmış bir ağıttır. Bu ağıt Attika lehçesiyle yazılmıştır ve bir mensur şiir örneğidir. Tarihçi Philostratos olayı şöyle anlatır: “Aristeides’in Smyrna’nın kurucusu olduğunu söylemek abartı sayılmaz; aksine, son derece haklı ve doğru olur. Çünkü kent deprem ve yer kabuğunda meydana gelen yarıklar sonucu yerle bir olduğunda, bu kentin kaderi için Marcus’a öyle bir ağıt yaktı ki, ifadeleriyle imparatoru gözyaşlarına boğdu. Ancak ağıtta öyle bir cümle vardı ki, Marcus bunu okuduğunda mektup gözyaşlarıyla ıslandı: ‘Batı rüzgarları ıssız topraklarda esiyor artık".
Tarih M.S 690'ı gösterdiğinde yine deprem. Yine yas. O topraklar sadece deprem felaketini yaşamadı. İstilalar, işgaller, göçler, savaşlar da bu toprakların ızdırapla yoğrulmuş kaderini şekillendirdi.
İzmir'in ilk yerel halkı Lelegler Bornova ovasında bozguna uğradı. Amazon savaşçılarının çift başlı baltaları uçtu gökyüzünde. Efsaneye göre Amazon kraliçesi Smürna kentin kurucu kraliçesi oldu. Mikenler tunç çağında, demir çağında da Hititler, Troya ve Fryg Krallığı bu topraklarda hüküm sürdü. Aiol kenti iken İyon kentine dönüştürülmesi Herodat'a göre bir anlaşmayla sonuçlansa da Kolofonlular Smyrnalıları doğdukları büyüdükleri topraklardan kopardılar, göçe zorladılar.
Lidya Kralı Giges de defalarca ordusunu Smyrna'ya gönderdi. Asırlık düşmanları Lidyalılara sonunda direnemediler. Lidya kralı Alyattes, 605 yıllarında şehre saldırarak İzmir'i zapt etti ve tamamen yakıp yıktı. Bayraklı kazılarında bu tahribat, kalın bir kül tabakası halinde görülmektedir. Yapılan bilimsel çalışmalar, İzmir’in kültür envanterine kazandırılmıştır.
Bu tarihten sonra İzmirlilerin etraf köylere dağılarak 400 sene dağınık bir hayat yaşadıklarını biliyoruz. Bu sırada Anadolu Pers hakimiyetinde idi. İzmir, M.Ö. 540 yıllarında İranlı kumandan Harpagos tarafından tekrar tahrip edildi ve şehirde kalan küçük gruplar da şehri terk etti. Böylelikle şehir tamamen boş kaldı.
İzmir, binlerce yıl sayısız istilaya uğradı. 7. ve 8. yüzyılda Emeviler bir donanma ve kara ordusuyla İstanbul'u kuşatmaya giderken İzmir'den geçtiler. 100 yıl sürdü bu akınlar. Araplar her yeri yağma etti. Ekonomi çöktü. Nüfus azaldı. Kent yeniden sessizliğe büründü. Ancak her seferinde Zümrüd-ü Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğdu.
Yaşadığın coğrafya kaderini belirler. Bu kentin kaderi de umudu yeşertmek. Acıyı matemi gözyaşı şişelerine saklayıp, engelleri aşarak, hep geleceği ilmiklemek. Dokuma ustası İzmir'li (Smyrna'lı) kadınlar, erkekleri savaşırken, cesaretle aşkla inançla bu şehrin efsanesini sabırla, sebatla, inançla yarattılar. Anadolu'nun her yerinde bu şişelere rastlanmış. Ancak en çok Batı Anadolu topraklarında.
Gözyaşı şişelerinin tarihte değişik amaçlarla kullanıldığı da görülmüştür. Örneğin birbirine hasret olan sevgililer gözyaşlarını biriktirerek birbirlerine verirmiş. Ya da dertli, kederli insanlar gözyaşlarını bu şişelere biriktirip dere, nehir gibi akıp giden sulara atarlarmış. Dertlerinin de bu şekilde akıp giderek sona ermesini beklerlermiş.
Uzmanlara göre en çok mezarlarda, yerleşim yerlerinde, sosyal yapılarda bu şişelere rastlanmaktadır. Sıklıkla ele geçirilen yerler arasında tapınaklar da bulunmaktadır. Acıyı, dilekleri, özlemleri biriktiren bu şişeler tapınaklara sunu olarak bırakılırmış. Bugün bizim dünyamızdan çok farklı bir dünyadan bahsediyoruz. Antik kaynaklardan ve çeşitli görsel malzemelerden orta düzey üstü zenginliğe sahip insanların yaşantılarında hep baş ucu şişesi olmuş.
Antik çağda matem çok önemli bir konu idi. İlk defa 1951 yılında Young tarafından Atina buluntuları olarak yapılan bir çalışmada mezarlarda çok sayıda ele geçen buluntuların saygı ve değer amacıyla ölenin ardından ne kadar çok üzüntü duyulduğunu göstermek için gözyaşlarının toplanıp içlerine konulduğunu görüyoruz. Mezarlarda çok olmaları, bize bir gerçeği vurguluyor. Mezar ritüellerinin ne kadar önemli olduğu, ölen kişiyi yad etme, arkasından duyulan üzüntüyü vurgulamanın o çağda ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Ayrıca öteki dünyada yolculuğuna değerli hediyelerle uğrlandığını, bunların bir kısmı günlük yaşantısında kullandığını, yada cenazi törenlerinde satın alınmış olan zengin bir grupla eser grubuyla bu yolculuğuna uğrlandığını anlıyoruz. Mezar cevresinde gerçekleşen bu ritüelle ailesinin ne denli varsıl olduğu, bir prestij objesi olarak önemini de bize kanıtlıyor.
Bir de o dönem de Cam ustalarını himaye eden kişilerden de söz etmemiz gerekiyor. Çünkü atölyelerde, daha çok krallığın lüks ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde üretiliyordu. Antik kaynakların bahsettiğine göre Cam üfleme çubuğu icadıyla birlikte cam herkesin ulaşabileceği bir malzeme oldu. Göz yaşı şişeleri bu dönemin başlamasıyla birlikte daha sık görüldü. Anadolu ikinci derecede önemli cam üretim yeriydi. İzmir'de bulunan gözyaşı şişeleri, Bergama'da bulunan Cam üretim atölyelerinden ya da dışarıdan gelmekteydi.
Arkeoloji literatüründe “unguentarium” olarak bilinen bu kap tipinin pişmiş toprak ve cam örnekleri Anadolu’nun her yerindeki pagan geleneğinde mezarlarda sunu nesnesi olarak kullanılmışlar. Çok sayıda örnek, pek çok müzede sergilenmektedir. Roma Dönemi öncesine ait bu cam şişeleri İzmir Arkeoloji Müzesi Cam Eserler bölümünde sergileniyor. Bu bölümü görmeden, müzenin çıkış kapısından adım atmayın!
"Ey Smyrna! imbatın denizden karaya eser,
Körfezinde hüzün, hazan bağında denizin kokusu.
Fısıldar binlerce yılın yasını, saklar gözyaşı şişelerinde; aşkın hasını"