Bundan yaklaşık üç bin yıl önce, denizin karşı yakasında yani Atina’da soylular ülkelerini yönetiyorlardı. Fakat bu bir kısım elitin yaptıkları seçimler ekonomik, politik ve sosyal sorunlara neden oldu. Onlar da “Solon” adı verilen bir şaire, bir devlet adamına gittiler. Solon, her çıkar grubunu bir potaya koyup, diğerlerinden üstün olmamasını sağladı. Ama bu sorunları pek çözmedi.
Bundan bir kaç on yıl içinde Atinalıların kullandığı sistem, Pericles gibi yöneticilerin altında “Azlara karşı çokların yetkisi” olarak evrildi. Atina milattan önce 500 yıllarında, böylelikle Altın Çağına giriyor, insanlar devlet yönetiminin haricinde de demokrasiyi kendi hayatlarına, ailelerine, işlerine ve okullarına taşıyorlardı. Kendi seçimlerini yapıyorlar, çoğunluğun seçimine saygı duyuyorlar, istemedikleri olduğunda, bunu kabul edip çoğunluğun seçimini neredeyse kutsallaştırıyorlardı.
Bir kaç yüz yıl içinde bu sistem Sokrat, Aristo ve Eflatun’u sinesinden çıkartacak, Atina emsali görülmemiş, binlerce yıl anlatılacak bir gelişmeyi yakalayacaktı.
Daha sonrasında Roma geldi. Demokrasiyi bir adım ileri götürerek Cumhuriyeti ilan ettiler. Neredeyse her şeyi seçimle belirliyorlar ve seçimle belirlenmişlerin yetkilerini başka seçimle belirlenenlerce kısıtlıyorlardı. Güçler ayrılığı demeye başladılar buna. Devletin başındaki adamın hesap vereceği, korkacağı dengi vardı ve bu da seçimle belirleniyordu. Roma Cumhuriyeti, bin yıl boyunca bu tavırla tüm Akdeniz’e hakim oldu. Mısır’dan İspanya’ya, Anadolu’dan İngiltere’ye uzanan bu hakimiyetin getirdiği barışa bugün Pax Romana diyoruz.
Sonra barbarlar geldi. Bu sistemi ve barışı unutturdular. Sonrasını biliyorsunuz; karanlık çağlar, veba, savaşlar, bilimin unutulması, rasathanelerin yok edilmesi.
Ancak 1700’lü yıllarda tekrar hatırlanır oldu demokrasi ve insanın insana köleliğinin kaldırılmasıyla beraber şekillendi. Romalılardan ve Yunandan ileriye gitmişti artık insanlık ve herkesin söz hakkı vardı. Ara ara zorbalar çıksa da demokrasi en nihayetinde galip geldi. Geliyor.
1700’lerdeki rüzgar bize ancak büyük bir musibetle, Sevr Anlaşması’ndan sonra gelen işgal ile gelebildi. Başında iki kere denedik oysa bir savaşa, işgale gerek duymadan halletmeyi becermeye çalıştık ama ilkinde sultan, ikincisinde şahsi hırslar izin vermedi başarılı olmaya. En nihayetinde saltanatın kaldırılmasında Gazi Mustafa Kemal demokrasi ve cumhuriyet yürüyüşümüzü şöyle anlatacaktı: “Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye müzakereyle, münakaşa ile verilemez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına vaziülyed olmuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir.”
İsyan ederek kendi elimize bilfiil aldığımız demokrasiyi iyi kötü yüz sene boyunca devam ettirebildik. Uğrunda kan döktüğümüz, cefalar çektiğimiz demokrasi şimdi Kayyum sözcüğünün altında ezilmekte. Halkın yüzde altmışının oyunu alan bir iktidarın yerine tepeden birisi atanıyor. Bu bunca mücadele içinde, Kurtuluş Savaşında uğruna dökülen onca kana karşı kabul edilmemesi gereken, edilemeyecek, sineye çekilemeyecek bir durumdur. Bizim dedelerimizin akıttığı kanın karşılığı kayyumlar değildir. Seçilen başkan gittiyse bir nedenden, yerine yine halk kendi seçer, daha önce seçtirdiği meclise seçtirtmelidir. Uğruna savaşılan demokrasinin gereği budur.
Demokrasiyi tekrar sağlayacak, mezarlarından kalkıp gelecek dedelerimiz olmayacak. Urlalı Yorgo Seferis’ten daha güzel anlatamam kimin gücü olduğunu:
“Artık arama o denizi ve kayıkları iten
dalgaların postunu.
Bu göğün altında balık olan biziz,
ağaçlar denizlerin yosunu.”