Osmanlı, İstanbul defalarca yanınca “bu iş böyle olmuyor” diyerek İstanbul’da bir tulumbacı teşkilatı kurduğunda, Ege neredeyse yüz yıllardır kendi başının çaresine bakıyordur yangınlar konusunda. Şehre ecnebiler gelip zenginliklerini de şehirde yemeye başladıklarında, bir hal olur ve o zamanlar İzmir’de hizmet veren başta İngiliz olmak üzere birçok ulustan sigorta şirketi, bu gündelik hayatta kanıksanmış yangınların hasarını azaltmak adına kendi itfaiye teşkilatlarını kurarlar. İzmir, belediyenin kurulduğu 1880 yıllarına kadar tamamen özel şirketlerin parasıyla işletilen bir yangın teşkilatıyla korunur. Belediyenin kurulmasından sonra tüm bu özel itfaiye teşkilatları “GrosKoviç Yusude” adlı bir Macar itfaiye uzmanının emrinde toplanır.
1897 yılında, Mezarlık başında, Kadifekale’nin henüz başladığı yerde bulunan Yusuf Dede mevkiine şehre hakim bir yere bir itfaiye kulesi yapılır. Şehir 1763’te, 1772’de ve 1845’de baştan aşağıya yandığından, yangınların genelde nereden çıktığına hasıldır insanlar. “Yaz boyunca kuruyan damlar, patlıcan közlemeler” Velhasıl şehirde bir yangın çıktığında bu kuleden atılan top atışı, ramazan günlerinde iftarı haber vermek için de kullanılacaktır. İzmir itfaiyesinin, buharla su pompalayan ve şehirlilerin “vapuraki” adını verdikleri bir cihazı da vardır. Şehir kavurucu Ege sıcakları ile her yaz kavrulduğundan, eylül ekim ayları gibi bir kıvılcımla tutuşabilecek kıvamdadır. Ve her sene büyüğüyle-küçüğüyle bir yangın şehre sonbaharın geldiğini haber verir.
1922 yılının son baharında çıkan büyük yangın ilk başta her sene olan gibi görülse de Mösyö Greskoviç sonradan "itfaiyenin otuz senelik istatistik cetvelinde görülmemiş bir mahiyet arz ediyordu”. Yazacaktır.
13 Eylül gününün ikindisiydi ilk ateş gözüktüğünde. O zamanlar Basmane’de bir anaokulu olan Amerikan kolejinin müdüresi Minnie Mills pencereden sahil tarafına bakmış ve Ermeni mahallesinden dumanların yükselmeye başladığını görmüştü. Ama tam olarak aynı anda, başka yerlerden de tutuşmaya başlamıştı İzmir. Kundakçılık bir yana, aynı sıcaklıkta aynı maddelerin aynı anda tutuşması kadar doğal bir şey yoktur hayatta. Ki aslında hep bu mevsimde, yaz sonunda İzmir yaz güneşinin ışınlarıyla kurumuşken yangın çıkardı şehirde. Zaten şehir dar sokakları, güneşten korunmak için açılan kumaşları, örtüler, tenteler derken yanmak için yapılmış bir şehir gibiydi. Ama 1922’deki yangın başkaydı.
13 Eylül’de başlayan ve 22 Eylül’e kadar 9 gün süren yangın, beş dilin aynı anda konuşulduğu, ezan sesleri ile çan seslerinin birbirine karışabildiği, herkesin birbiriyle kavgalı ve herkesin birbiriyle düşman olduğu bu belki de tarihin ufak ve en ilginç şehrini tarihe karıştıracaktı. Yangın şimdinin fuar lunaparkının olduğu yerde, Ermeni mahallesinde başlamıştı. Bir ucu şimdiki Konak Pier’in orada, diğer ucu şimdinin subay evine kadar olan tüm sahil şeridi, Alsancak garına giden tren raylarından sahil arasındaki tüm mahalleler yanmıştı. Artık Frenk Caddesi, Fasula Meydanı, Boyacı Deresinin kadim ağaçları, Aya Fotini ile birlikte onlarca kilise, okul hastane yok oldu. Yangının faturası İzmir’e o kadar ağır olmuştu ki, genç cumhuriyet neredeyse 30 yıl molozları kaldırmakta, yeni bir şehir inşa etmekte zorlandı.
Yangından önce “açık şehir” ilan edilen şehre Nurettin Paşa vali olarak atanmış onun da yaptığı ilk icraatlardan birisi yangın teşkilatını lağvetmek olmuştu. Ki Greskoviç’in altında birçok Rum itfaiyeci çalışıyor onlar da şehrin içine düştüğü kargaşa ortamında kendilerine bir yol arıyorlardı. İzmir yangını söndürülebilir miydi? Savaş olmasaydı, işler karışmasaydı evet söndürebilirdi. Hiçbir zaman İzmir’in neden söndürülmediği, nasıl söndürülmediği konuşulmadı. Bu uğurda, “düşman şehri yaktı” gibi delilsiz savlara tutunuldu. Ve neredeyse yüz senedir “İzmir’i kim yaktı” sorusu üzerinde konuşularak gerçekten yönetim zaafiyetinin nelere neden olabileceği üzerinde hiç konuşulmadı. En nihayetinde “kötü bir yöneticinin felaket” getirebileceği fikri “kötülerin seçilmesine mani olalıma” gidebilirdi.
Ki velev ki bir zaman yolculuğu makinesinde gideyim geçmişe, 1950’lere kadar molozlarını kaldırmayan, kaldırmak için bir bütçe ayırmayan bizim hükümetimizdi. Yangından kurtulan güzeller güzeli İtalyan kolejini yıktırtan, Fasula meydanına o sıradan rektörlük binasını yaptırtan, Kordon’a on katlı apartmanlar yapan, denizin havasını bir set gibi engelleyen yine bizdik. Yanan arsada kurulan ormanı, Cumhuriyet Meydanının arkasındaki koruluğu Efes oteline veren, şehrin en güzel yerini ortalama İzmirlinin giremeyeceği bir otele çeviren, denizi yüzülmez kılan, İzmir kalabalıklaşırken tüm kanalizasyonu körfeze veren ve bunun sorun olmayacağını düşünen bizdik. İzmir’i beslemesi gereken Bayraklı bostanlarına fabrikalar kurduran, Sananın körfezi kirletmesine mani olmayan yine bizdik. Bu fabrikalara ucuz iş gücü olsun diye insanların doğudan şehre gelmesini sağlayan, onlara kalacak yerler vermeyen, gecekondular yapmalarına izin veren, bu gecekonduları oy nedeniyle imarlaştıran yine bizdik. Yani velev ki ben çıkardım yangını, siz söndürdünüz mü?