İzmir’de yaşayan görsel iletişim tasarımcısı arkadaşımız Mahir Akkoyun, hazırladığı politik tasarımlar nedeniyle geçtiğimiz Cuma günü gözaltına alındı. Kamuoyunun büyük tepkisi sonrasında da serbest bırakıldı…
Bu yazıda hem Mahir’e destek olmak hem de tasarımlarında dikkat çektiği yoksulluğu gazetecilerin de aynen yaşadığını haykırmak istiyorum.
*
Demokratik, laik, özgür ve adil bir toplumun sözümona vazgeçilmez parçalarından biri olan biz gazeteciler; her türlü politik ve ekonomik baskı nedeniyle basının can çekiştiği bir süreçte, adeta yoksulluğun pençesinde, her an işsiz kalma çekincesiyle, yazdıklarımız ve söylediklerimiz başımıza bir ‘iş’ açar mı kaygısıyla mesleğimizi sürdürüyoruz.
Ancak gerçekleri topluma aktarma sorumluluğumuzdan aldığımız güçle, her yeni güne tıpkı Mahir’in serbest bırakıldıktan sonra dediği gibi başlıyoruz; “Nerede kalmıştık? Rahatsız etmeye devam…”
Toplumun yaşadığı derin yoksulluğu en gerçek haliyle anlatmaya çalışırken, bizler de aynı toplumun bir parçası olarak en temel yaşamsal faaliyetlerimizi bile büyük zorluklarla karşılıyoruz…
Anca kredi kartlarımızla hayatta kalabiliyoruz; bir sonraki ay alacağımız ücreti, daha bugünden tüketiyoruz…
Bir kitap alırken, bir tiyatro oyununa giderken, sinemada bir film izlerken bile bütçemizi düşünmek zorunda kalıyoruz.
Mesleğimiz için vazgeçilmez önemde olan bir telefonu, bilgisayarı, fotoğraf makinesini almayı artık hayal bile edemiyoruz… Hepimiz şahidiz ki gazeteci dostlarımızın hepsinin bugünlerdeki en büyük korkusu; elindeki bu dijital ürünlerin kullanılamaz hale gelmesi... Çünkü yenisini almak neredeyse imkânsız…
Yurtiçi ya da yurtdışı seyahat etmenin imkânsızlığına girmek bile istemiyorum…
Çalışma koşullarının yıpratıcılığı nedeniyle 90 gün yıpranma payı olan, senede 30 gün izin hakkı olan bizler; doğup büyüdüğümüz toprağımız İzmir’de, Ege sahillerinde şöyle dilediğimizce 1 hafta tatil bile yapamıyoruz…
Peki kimin sayesinde bu haldeyiz.
Cevabı Mahir’in etiketinde saklı…
Bu bahsettiklerim meselenin ekonomik boyutu…
Birkaç cümle de yaratılmak istenen korku iklimine dair söylemeliyim:
AKP hükümetinin; Mahir’i gözaltına almasıyla, geçtiğimiz yıl çıkardığı Sansür Yasası’yla, gazetecileri tutsak etmesiyle, Ekşi Sözlüğü kapatmasıyla, itibar tetikçisi trolleriyle, İstanbul Sözleşmesi’nden keyfi şekilde çıkıp kadınların yaşam haklarını seçim malzemesi haline getirmesiyle, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını tanımamasıyla, evrensel hukuk kurallarını ayaklar altına almasıyla, parti binalarının önündeki silah sesleriyle, deprem gerçeklerinin üzerini örtmeye çalıştığı ‘seccadeyle’ ve yarattıkları her türlü kutuplaştırma ve zor aracıyla nasıl bir Türkiye hedeflediğini hepimiz biliyoruz…
O yüzden Mahir’e ve toplumun hangi kesiminden olursa olsun sesi kısılmaya çalışılan herkesin düşünce ve ifade özgürlüğü hakkına sahip çıkmak gibi bir görevimiz var... Çünkü; klişedir ama sustukça sıra hepimize gelmektedir…
*
Elbette daha söyleyecek çok şey var fakat şöyle toparlayayım;
Evet biz gazeteciler çok zor şartlar altında mesleğimizi sürdürüyoruz ama topluma olan sorumluluğumuz gereği de karşımızda hangi iktidar, hangi güç odağı olursa olsun, her yeni güne “Nerede kalmıştık. Rahatsız etmeye devam” diyerek başlıyoruz… En azından bundan vazgeçmeyen yüzlerce meslektaşım olduğunu ve bizi yalnız bırakmayacak milyonlar olduğunu biliyorum…
Son olarak; ülkemizi karanlığa sürüklemek isteyen, toplumun sesini kısmaya ve özgürlüklerimizi kısıtlamaya çalışan, yargıyı kafamızda sopa gibi kullanan, gerçeklerin üzerini örtmeye kalkışanlara karşı herkesi oy kullanırken bunları hatırlamaya davet ediyorum.